ÖNE ÇIKANLARÖykü

TAŞLARIN FISILTISI | Caner Bingöl

“Yol, kendine bir yer bulamamış kişinin özlemidir.”
Oruç Aruoba

Tüm detaylarına aşina olduğu, sürprizlere kapalı bir yaşam rutinine iknaydı Rıfat. Her sabah aynı yoldan yürür, 07.30 metrosuna biner işine gider, eve döndüğünde ise yemeğini yiyip akşam aynı koltuğun aynı köşesinde aynı battaniyeye sarınıp aynı şekilde içi geçer, sonra kalkıp yatağına yatıp aynı rutinin gelmesini beklerdi. Dairedeki odasında masası bile işe ilk başladığı gibiydi. On yıldır her sabah aynı kahve makinesinde kahvesini yapar, aynı çekmeceden aynı imza kalemini çıkarır, mürekkebi biterse aynısından yeniden alır, önüne gelen dosyalara imza atardı. Sessizdi, uyumluydu, güvenilirdi. İşinde gücündeydi, suya sabuna karışmaz, mesai bitince evine döner, aynı koltukta aynı haberleri izledi. Arada bir kitap okurdu ama cümlelerin içine dalmak yerine üzerine basmadan geçmeyi tercih ederdi; tıpkı yaşadığı hayat gibi. Hayatı bir tren rayı gibiydi. Kendisiyse raylar üzerinde yalnızca ileri ve geri giden, duraklamaları, kalkış ve varış noktaları belli olan bir trenin kompartımanlarından yalnızca bir tanesiydi.

Aklında dönüp duran şeyler; faturalar, günü gelen ödemeler, aidat falan filandı… Bunlardan gayrısını düşünmek dertsiz başa dertler yüklemekti. “Düşünmek lüks, günü kurtarmak gerek.” derdi hep. Hayatının tüm rengini soldursa da nadiren renkler görünürdü gözüne. Sonra yine monokrom bir fotoğraf oluverirdi.

Bir gün, yine o kalabalık caddeden aynı saatte; tam da her şeyin olduğu gibi olduğu bir sabahta metroya binmek için yürüyordu. Kaldırım taşlarının arasından fırlayan kan kırmızısı gelinciklere takıldı gözleri. Sanki toprak, ona unuttuğu bir şeyi hatırlatmak istiyor gibiydi ısrarla.

O kadar sıradan ama bir o kadar da sıra dışı bir görüntüydü ki onun için, ne zaman sıyrılıp geldiğini bilmediği o kan kırmızısı gelincik, Rıfat’ın soluk kanını canlı bir kırmızı tona kavuşturmuştu. Ufak bir detay kanının rengini canlandırıp Rıfat olmayı bir anlığına da olsa ona unuttursa da yeniden rutinine dönüp metro istasyonuna doğru adımlamaya devam etti. Uzun zamandır kendisini yorgun hissediyordu. Bir tatile ihtiyacı olduğunu düşündü. Oradan, buradan duyduğu, zorluklarını öğrendikçe vazgeçtiği bir hayalini yeniden düşündü. Kaldırımdan fırlayan gelincik bu hayalini yeniden düşünme fırsatını ve ilhamını vermişti ona. Gelinciğin inadı, kırılganlığını anlamsız kılmış, kaldırım bile çiçek açmasına mani olamamıştı. 

İzin kağıdını doldurup çıktı daireden. Hayatının en önemli kararını vermişti Rıfat. Bilinmezliklerle dolu bir macera onu bekliyordu. Ve yıllardır adını haritada görüp de “acaba?” diye düşünüp düşünüp vazgeçtiği o kadim yolu, yürümeye karar vermişti. En az yirmi bir gün kadar sürecekti yolculuğu.

Yol en başta çok sessiz ve keyifliydi… Ayaklarının bastığı toprak, elini sürüyüp geçtiği ağaçlar dışında ortalıkta konuşacak kimse yoktu. Yorulunca duraksıyor, sırt çantasını yere indirip başına yastık ediyor, enfes manzaralarla göz banyosu ediyordu.

Günler ve geceler akıp giderken sırt çantası sırtında kocaman bir dağa, bastığı toprak ayağında kor bir ateşe, aldığı nefes damağında kupkuru bir fırtınaya dönmüş, yürüyüş fiziksel olarak Rıfat’ı çok zorlamaya başlamıştı.

Terledikçe soyulan derisi kendi terinin tuzuyla yanmaya, nefes alış verişiyle göğsü açılmaya başlamıştı. İlk üç gün sadece fiziksel yorgunlukla mücadele etti. Ama dördüncü gün, göğsünün orta yerinde daha önce hiç hissetmediği bir boşluk açıldı;
Sarp bir dağdan alabildiğine geniş bir ovaya iner gibi bir boşluk. Fiziksel acı ve yorgunluk artık yerini zihinsel bir filizlenmeye bırakıyordu. 

Yedinci gün, güneş dağların arkasına çekilmeye yüz tutarken geniş yassı bir taşın üstünde otururken eski zamanlardan kalma bir yazı gördü:
“Ayakların yürürken gönlün duruyorsa, sadece yorulursun. Ama gönlün yürürse… o zaman varırsın.”
İmza: Caria
Not defterine Caria’nın öğretisini not edip, geceyi orada çadırında geçirdi.

Ertesi sabah dünden daha başka bir güne uyandığını, burada günlerin hiç aynılık taşımadığını farketmişti. Sırt çantasından bir fotoğraf çıkardı ve bir kere öpüp yanına koydu. Fotoğrafın haberi yoktu hayat dolu gülümsemesiyle dostunun hayata veda ettiğinden. Sırtında o gülümsemelerin de yükü yüklüydü şimdi. Kadim dostunun bu hayatta yapmak istediği en büyük isteği bu yolu yürümekti. Bu güzergahı ilk ondan duymuştu Rıfat bir dost meclisinde. Şimdi attığı her adım dostunun sıcak hatırasına sarılmak demekti.   

Sımsıkı bağladı ayakkabı bağcıklarını ve sırtına astı çantasını. Batonunu batıra batıra yürürken taş bir anıt mezar gördü. Başını içeri doğru soktu. İçerisi zifiri karanlıktı ve o karanlıkta bir ses fısıldadı kulağına;

“Beni bulamazsan üzülme, eşyalarımı bulacaksın. Kestiğim taşları, açtığım yolları, işlediğim heykelleri bulacaksın. Ve göreceksin ki binlerce yıl öteden, parmak izlerimiz değecek birbirine.” 

Başını dışarı çıkardı Rıfat. Mezar taşının üzerinde “İmza: Xanthos” yazıyordu. Bu cümleyi de attı heybesine. Yolda olmanın acısı, yolun öğretilerileriyle birlikte hafifliyordu sanki.
Yorgun bedenine güzel bir uyku sözü verdi. Suyu da az kalmıştı, tıpkı yolu gibi. Akşam oldu ve çadırını kurup uyku tulumunun içerisine girerek uyumaya başladı. Güneş doğmadan hemen önce çadırın fermuarını açtığında, sırt çantasını bir taşın dibine koyup soluklanan ihtiyar bir adam gördü karanlıkta hayal meyal. Konuşuyor, bir şeyler anlatıyordu ona:
“Korkma. Boşluksa korktuğun, orası yerini bulmuş bir kayanın beklediği yerdir.”

Sabah uyandığında ise etrafta kimseler yoktu. Ayak izi ve hatta batonun izi bile yoktu toprakta. Yalnızca adını bırakmıştı kayada iz olarak.
“İmza: Phaselis”
Düş ile gerçeklik arasında bir yerde gidip gelen bir hikaye olarak kaldı belleğinde. Gerçekten bu cümleleri söyleyip giden adamın nereden ve neden geldiğini ve orada nasıl belirdiğini asla bilemedi. Ama bildiği tek şey, içindeki boşluğun artık korkuyla değil manayla yüklü olduğuydu. 

Ayak parmakları nasırlanmış, sırtı ağrımıştı ama göğsü hafiflemişti. Yolun sonunda Rıfat artık Rıfat değildi. Ölümü bir ötenaziydi. Kendi fişini kendisi çekti, kendi mezarını kendisi kazdı, kendi toprağını kendisi örttü, kendi mezar taşına adını kendisi yazdı. Yeniden doğuşun tüm sancılarına sabırla katlanmayı bildi.
Hayatının zahiri görüntüsünü yeryüzünden silmeden evvel, kendinden bir ben daha doğurup öyle gitti. Ihlamurlar açarken doğmuş, adını Cemal koymuştu. Bu kez dünyaya, kendini unutmayı değil, kendini hatırlamayı öğrenmek için gelmişti.


***


İlk yaş gününü kutlamak için toplandık. ‘Yeni hayatın acemisiydi’ Cemal. Daha konuşmayı sökecek, emeklemeyi, iki ayağı üzerinde durmayı, yürümeyi, güvenmeyi, sarılmayı, ortak düşler kurmayı, ikrar kapısından girmeyi öğrenecekti. 

Öğreniyordu da.                                               

Hızla gelişiyordu kalbi, kısacık sanılan büyük hayatın sonsuz anısına saygıyla hem de. Gökte salınan bulutlar, ağaçta sallanan yapraklar, denizde kıyıya vuran ya da açıklarda sönümlenen dalgalar gibi süssüz, gösterişsiz akmayı öğreniyordu hayatın oluklarından. Acemisi olduğu yeni hayat buydu işte. Hevesliydi de ziyadesiyle. Ki insan iki lokma ekmek, bir hırka, biraz can biraz da hevesti, hepsi bu.
Böyle uğurlanmıştı önceki hayatından, heveslerini de yanına alarak. Kendi besini kendi oldu toprağının, kendi suyunu kendi emdi yağmurdan.
Büyüdü ve yeşerdi.

Serin bir sonbahar akşamı başını okşayıp giden o ılık rüzgarın, zihninin karanlık odalarında saklı duran tozlu düşünceleri depreştireceği hiç ama hiç aklına gelmezdi. Zamansız ve mekansızdı önceki hayatında; ’rüzgarın savurduğu kuru bir kenger misali’. Şimdi ise ‘Yerini bulmuş bir kaya olmak istiyordu; keskin bir hareketle ana kayadan kopan, uçurumda yuvarlanırken devamlı kendisine ait bir boşluğu arayan, bulduğunda ise yerine oturan bir kaya. Kendi hikayesini doğanın diline tercüme ederdi Cemal.

Konuşuyordu yine, anlatıyordu bir şeyler. Onu dikkatle ve keyifle dinledim, sözünü hiç kesmedim. Sadece diliyle değil, bütün vücuduyla konuşurdu Cemal. Dilinden sonra da en çok gözleri ve elleri bir şeyler anlatırdı.  Bahsettiği şey gözlerini parlatıyor, ağzından çıkan kelimeler avuçlarının arasında bir cisim kazanıyordu sanki. Öyle gönülden, öyle derinden istiyordu bir şeyleri. Besbelliydi. Elleri, kolları, jestleri, mimikleri;  her biri adeta bir orkestranın enstrümanları gibi ahenkle görevini icra ediyordu. Dilinde dönüp duran sözcükler damarlarında dönüp duran kanı kadar sahiciydi. Kendini, beni ve o küçük yuvarlak mermer masada oturan herkesi kendi gerçekliğinde buluşturdu. Hakikatten damıtılmaydı muhabbeti.
Bir ayağa kalkıyor, bir oturuyor, hararetle anlatmaya devam ediyordu.  Yerden bir şeyi alıp boşlukta tutar gibi iki elini havaya kaldırdı. Ya yüce bir nesneden ya da erişilmesi güç bir mertebeden bahsedecek gibi duruyordu. Hiç araya girilesi gibi değildi ama sabırsızca araya girdim; söylediklerini sindirmeye çalışırken zaman kazanmak istiyordum çünkü. Cemal derine daldıkça oksijen ve ışık tükeniyor, sözcüklerin basıncı artıyordu beynimde. Vurgun yememek lazımdı; önce bi buraya kadar anlattıklarını doğru anlayıp anlamadığımı teyit etmem gerekiyordu.


Cemal sen şimdi ‘Kendisine ait bir boşluğu doldurmak.’ diyosun ya yani  ‘yokluğu da ona ait, varlığı da aynı oranda o boşluğu dolduruyor gibi. Sanki o boşluğu o kaya doldursun diye yapmışlar ve o da yuvarlana yuvarlana gelip orayı doldurmuş gibi’ di mi ve aslında o zamana kadar da o boşluğun kayadan, o kayanın da o boşluktan bir haberi de yokmuş gibi aynı zamanda. 

Soru sorarak durumu sadeleştirmeye, anlattığı şeyi doğru anlayıp anlamadığımı teyit etmeye çalışıyordum.
Tam olarak öyle” dedi.
Doğanın devinimi içerisinde birbirini tamamlayan nice güzellik gibi bir tamamlanma hikayesi anlatıyordu bize  Cemal. Evkaftaki memuriyetinden henüz istifa etmişti. Rıfat’ın aksine içinden hayal ve hayat taşardı her daim. Profesyonel hayalperest olarak devam ettiği yeni mesleği ona kabuğunu çatlatacak cesareti ve cüreti armağan etmişti. Anlattığı şeyler yeni bir kıtaydı onun için ve bir kaşif heyecanıyla dökülüyordu ağzından kelimeler.
Bir kitapta rastlamıştı her şeyin başlangıcı olan o cümleye:
“Karar vermek özgürleştirir” diyordu. Altını çizdiği, anlattığı gibi de yaptı Cemal. Gitti dağın yamacından boşluğa doğru yuvarlanmayı seçti; kaç parçaya ayrılacağını, nereye yuvarlanacağını bilemediği o yolculuğa çıkıp kendine ait o boşluğu buldu ve doldurdu.

Zahirde ölmüş batında yeniden böyle doğmuş idi Cemal. Bu yer, bu gök, bu güneş, bu deniz… Hepsi birbirine ikrar vermişti, bu dünya dönüyorsa bunun yüzü suyu hürmetine dönüyor idi. Sırtını yasladığı kayada bir kapı açıldı; yalnızca gönlünü gözüne ve sözüne bağlayanlara görünen o kapı…
O hakikat kapısından girdi içeri, kırlara doğru açıldı kapı.
Elbette kırlardan kırlardan gelecekti…
Varıp bir gönüle ikrar verdi.
Düşlerin yorgunluğu yerini azlığın çokluğuna, ekmeğin bolluğuna, bir sözün coşkusuna bıraktı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir