Morkulhani.com yazarları her ay masasını değerli okurlarına açıyor. Her ay yayın mecramızın bir yazarı tarafından 3 soru hazırlanıyor ve soruları soran dahil tüm Morkülhani’ler yanıtlıyor. Eylül ayının sorularını Hasan ZAN hazırladı, Morkülhani’ler yanıtladı…
1. Sizce teknoloji edebiyatı nasıl değiştiriyor? Dijital çağda yazarlık mümkün mü?
Caner Bingöl: Edebiyatı değiştiren, dönüştüren temel unsur dildir. Dilin kendisi de eski çağlardan günümüze devinimi sürdürüyor. Yeni kelimeler doğuyor, kuşaklar değişiyor, onların hayatı algılama biçimleri değişiyor, dil de buna ayak uyduruyor. Çağımız dijitalleşme, yapay-zeka çağı olduğuna göre edebiyatın da bundan etkilenmemesi pek mümkün değil ama ben bu etkilenmenin çoğunlukla edebiyatın yararına olduğunu düşünüyorum. Herkes yazdıklarını matbu olarak yayımlama imkanına sahip değil ve dijital mecra bir paylaşımlı dijital bir defter gibi yazdıklarını bütün dünyaya açıyor. Dijital mecrada bir kişisel blog ya da bir edebiyat kültür sanat mecrasında yayımlanan bir yazı Mozambik’ten, Amerika’ya, Konya’dan, Adana’ya, Şırnak’tan Edirne’ye pek çok yerden tıklanma alıyor ve okunabiliyor. Bu verileri elde edebiliyorsunuz. Okunma süresi, etkileşim kaynağı gibi net veriler de elde edebiliyorsunuz. Farklı coğrafyalarda okunduğunu bilmenin keyfinin bir başka olduğunu düşünüyorum. Yazan için de okuyan için de büyük kolaylık. Cebinde harçlığı olmayan bir üniversite öğrencisi en azından dijital mecradan beslenebiliyor. Dijitalde yazmak ve okumak daha yatay bir ilişki kurduruyor. Dijital çağ bizi besliyor ama yaratıcılık mefhumunun ikamesi yok. O özgün bir biçimde yazınsal kimliğimizi oluşturmaya devam edecek. Yazdığımız metinleri bulut ortamında saklayabiliyor olmamız ve nerede olursak olalım o defteri yeniden açıp yazmaya devam edebiliyor olmamız bence işimizi bir hayli kolaylaştıran bir şey.
Burada tek şerh düşeceğim şey de işin bilimsel yanı olacak. Benim pdf formatında bir kitabı ekrandan okuyarak bitirmişliğim nadirdir mesela çünkü ekran zihnimi yoruyor, saatlerce bakamıyorum. Bir roman veya kitabı okumak uzun ekran süreleri istediği için ve bizim dijital pek çok uyaranımız da o cihazlarda olduğu için dikkatin dağılması kaçınılmaz. Akılda kalıcılığı da kitaptan okumaya göre daha düşük. Şimdi e-ink teknolojili e-reader’lar da çıktı gerçi ama yine de kitabın kokusunu alıp onunla duygusal bağ kurarak okumak hâla pek çok insanın kıymet verdiği ve vazgeçemediği bir şey. Onun yeri başka. Öykü, şiir, inceleme yazısı gibi kısa soluklu metinler için ise dijital mecra biçilmiş bi kaftan bence. Dijitalleşmenin de büyük çoğunluğunu artık mobilizasyon oluşturuyor. Mobil cihazlar kullanılıyor. Her 10 kişiden 9’unun akıllı telefonu var desek abartmış olmayız. Taş devrinde de, matbaanın icadından sonra da dijital çağımızda da anlama ve anlatma eylemleri hep var oldu. Var olmaya da devam edecektir. Bilakis dijital çağ varlığından haberdar olmadığımız ama kelimeleri ustalıkla işleyen pek çok insanla kelimeleri aracılığıyla tanışmamıza vesile oluyor. Şununla bitireyim bu bahsi:
Bu vesileyle yayın mecramız sesini sözünü bizimle birlikte kurmak isteyen herkesin değerli katkılarına açıktır. Edebiyat, kültür, sanat başlıklarında öykü, inceleme, söyleşi, deneme vs. türlerde yazılarınız varsa
iletisim@morkulhani.com adresine atabilirsiniz diyeyim. 😉
Dilâra Caner: Edebiyatı özünde değiştirdiğini düşünmüyorum fakat okuma alışkanlıklarını değiştirdiği kesin. Kitapların , dergilerin, fanzinlerin yani basılı işlerin yerini e-kitapların, pdf’lerin aldığı bir çağdayız. İstisnaları ayrı tutarsak, kalın kitaplar yerine artık daha çok hazmı kolay, ince kitaplar görüyoruz raflarda. Hayatımızda uzun sessizliklerin azaldığı, okuduğumuzu hemen sindirmeye çalıştığımız, okuyup izlemeye belki yazmaya çok uzun zamanlar ayırmakta zorlandığımız bir hız çağındayız. Edebiyat da okuyucusunun ve/veya üreticisinin bu dönüşümünden dolaylı yoldan etkileniyordur haliyle. Edebiyata konu olan şeyler de bu değişkenlerle doğru orantılı olarak çeşitleniyor tabii.
Fırat Yıldız: İçerik olarak birbirine benzer, birbirinden esinleme eserleri daha sık görmeye başlıyoruz. Tüm kaynaklara basılı olmasa da pdf formatında ulaştığımız için bazı yazarlar önceki önemli yazarları taklit ettiklerini görüyoruz. İlla ki esinlenme, etkilenme olacaktır bu edebi dili çalacak kadar olmamalıdır diye düşünüyorum. Teknoloji ile edebiyat ilişkisini biraz olumsuz tarafta değerlendirdim. Olumlu taraftan bakacak olursak; teknoloji ile beraber edebiyat alanında
morkulhani.com gibi sadece web site ve sosyal medya üzerinden içerik üreten edebiyat platformlarının ortaya çıkışına imkan sağlıyor. Okur için kitaptan sonraki okuma mecrasına kavuşabiliyor, dijital bir edebiyat dergisi gibi.
Dijital çağda elbette ki yazarlık mümkün. Kendi edebi dilini oluşturmayı öncelik almışsan ve yeni bir şeyler anlatma heyecanını taşıyorsa, o yazar için yazdıkları okurları için kıymetli oluyor.
Hasan Zan: Dijital çağın hızlı oluşu ve teknolojinin sunduğu kolaylıklar edebiyatı erişilebilir kılarken aynı zamanda yüzeyselleştiriyor. Yapay zekâ birkaç saniyede metinler üretirken, yazarın sancısı, emeği ve özgün sesi geri planda kalıyor. Dolayısıyla edebiyat yalnızca insana ait bir imza olarak hala mümkün.
Ozan Yüzer: Nostaljik bağlamda dönemsel işlerin tekrar etmeyecek olması üzücü olmakla birlikte yazın kültürünün tarihsel, dönemsel bir vaziyette olduğunu düşünmüyoruz, her dönem bakidir. Sorunun dışına çıkmaya cüret etmek pahasına şunu da ifade etmek isterim, bir okur olarak dijital çağın olumlu tarafları mevcut. E-kitap minvalinde yalnızca bir telefonla dünyanın her yerine koca bir kütüphaneyle seyahat edebiliyorum. (Sevgili Engin Balıkçı ile beyin fırtınası yaparak yanıtlanmıştır.)
Tuğçe Yaşar: Teknolojinin edebiyat üzerindeki etkisi hem olumlu hem de olumsuz olabilir; bu, tamamen insanın onu nasıl kullandığıyla ilgili. Dijital çağ, yazıyı bir yerden başka bir yere hızla ulaştırmayı kolaylaştırıyor, metinlere erişimi artırıyor ve yeni ifade alanları açıyor. Bununla birlikte, sözlüklerin, kütüphanelerin ve bir masanın başında kâğıt kalemle geçirilen zamanın yerini hiçbir şey tutamaz. Ben daha çok okuduğum yazarların, köklerimin bağlı kaldığı yöntemlerde var olmayı yeğliyorum; bu yüzden dijital dünyaya biraz mesafeli olduğumu söyleyebilirim. Yine de teknolojiyi yaratıcı biçimde kullanabilenler için büyük bir fırsat sunduğu kesin.
Yahya Cengiz: Bence teknoloji edebiyatı hem olumlu hem de olumsuz etkiliyor. Bir yandan kitaplara ulaşmak çok kolaylaştı, istediğimiz an elimizin altında. Bu da edebiyatı daha geniş kitlelere taşıyor. Ama diğer yandan her şey çok hızlı tüketiliyor, insanlar bir metnin üzerinde uzun uzun durmuyor. Yazarlık elbette hâlâ mümkün, hatta belki daha fazla imkan var çünkü yayınevi şart değil. Ama bu kadar sesin arasında öne çıkmak, kendini farklılaştırmak çok daha zor hale geldi.
2. Kendinizi en yakın hissettiğiniz edebiyat türü hangisidir? Neden?
Caner Bingöl: Edebi tür olarak öykü ve şiir’e yakın buluyorum kendimi. İkisinin de akraba olduğunu düşünüyorum. Hangi imgelerden ney nasıl yaratılmış? İşin mutfağını da görebiliyorum çünkü ben de öykü yazıyorum. İmgeler arasındaki o köprüleri görmek hoşuma gidiyor. Büyülenmek de istiyorum bir şeyi okurken dolayısıyla bu ihtiyacımı da şiir karşılıyor.
Bu soruya Edebi Coğrafya olarak cevap vermem gerekirse Rus Edebiyatı diyorum çünkü insan ruhunun derinliklerine inen, insan psikolojisine dair açılımlarda bulunan ve okudukça bana başka karakterler üzerinden beni hatırlatan, kendine has bi albenisi var. Çoğu insan için de sıkıcı gelebiliyor mesela. Tamamen beklentilerin ne olduğuna bağlı. Cemal Süreyya kendini anlattığı bir demecinde “1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bu gündür huzurum yoktur.” demişti mesela. Benim öyle huzurum kaçmıyor ama edebiyatın kapısından ben de Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı ile girdim.
Bu soruya edebi akım olarak bir yanıt vermem gerekiyorsa da buna “Büyülü Gerçeklik” derdim. Hayata fena halde benziyor bence. Doğrusal ilerliyormuş gibi gözüken hayatlarımızda da sıradışı pek çok şey aralara gizlenip günü geldiğinde ortaya çıkıyor ve kayboluyor. İyi ya da kötü, gerçeklik algımızın doğrusal bir boyutu olduğuna inanmıyorum o yüzden büyülü gerçekliğe yakın buluyorum kendimi. Bu sbeple okuyucu olarak beni içine çekiyor. Yaşamanın şiirsel ve lezzetli tadını alabiliyorum o metinlerden. Bu vesile ile Gabo’ya da özel selamlarımı yolluyorum efendim.
Dilâra Caner: Öykü. Sade, içten, basit ve hayatın içinden net bir kesit gibi.
Fırat Yıldız: Sürrealizm edebiyat türünü severim. Bu akımın kurucusu olan Yazar Andre Breton’a göre sürrealizm, bilinç ile bilinç dışını birleştiren bir yoldur. Sürrealizm, gerçek dışı anlamında değil aksine gerçeğin insandaki iz düşümü şeklinde bir yaklaşımdır ifadesini kullanmıştır.
Hasan Zan: Kendime en yakın hissettiğim edebiyat Rus edebiyatıdır. Çünkü insanın iç çatışmalarını, vicdanını ve toplum karşısındaki yalnızlığını güçlü biçimde anlatır. Dostoyevski kahramanlarını suç, vicdan ve sınarken, Gogol Palto ve Ölü Canlar’da küçük insanın trajedisini anlatır. Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık” sözü, Rus edebiyatının insanın hikâyesi üzerine kurulu mirasını özetler ve bu derinlik, bana en yakın edebiyatı oluşturur.
Ozan Yüzer: Büyülü gerçek(çi)lik (magical realism). Yaşamın olağan akışına gerçeküstü detayları olağan akışa uygunmuş gibi yerleştiren, fantastik durumlara şaşırmamayı öneren bir sanat tarzı olması hasebiyle ilgimi çekiyor.
Tuğçe Yaşar: Roman okumak benim için bambaşka bir deneyim; uzun bir yolculuğa çıkmak gibi. Karakterlerle birlikte yaşamak, onların dünyasında soluk almak, bana derinlikli bir yolculuğun tadını veriyor. Fakat öykünün de yeri ayrı: kısa ama yoğun anlatımıyla bazen tek bir satırda koskoca bir hayatı hissettirebiliyor. Şiir bambaşka.
Yahya Cengiz: Ben en çok gerçekçi edebiyata yakın hissediyorum. Çünkü hayatın içinden bir şeyler görmek bana daha anlamlı geliyor. İnsanların gündelik halleri, duyguları, iç çatışmaları… bunlar bana daha sahici geliyor. Fantastik ya da kurgu dünyalar da güzel, ama ben bir karakterin yaşadığı bir duyguda kendimi bulduğumda daha çok etkileniyorum. Ve bunu olay kurgusunda harmanlamayı seviyorum.
3. Yönetmen olsaydınız hangi edebiyat eserini sinemaya uyarlardınız? nedenini açıklar mısınız?
Caner Bingöl: Bir yönetmen olsam kendi yazdığım bir metni sinemaya uyarlardım çünkü yazdığım şeyi yazmadan evvel kafamda filmini çekiyorum ben zaten. Bunu sinemanın araçlarıyla yapmak pek tatlı olurdu. Kimbilir belki o da bir gün olur ve bu söyleşi yıllar sonra ‘o günden içime doğmuş’ diye yeniden dolaşıma girer ve paylaşılır. Bugünlerin moda tabiriyle manifest’lemiş olalım. Yönetmeni olmasam da yazdığım bir metnin bir gün doğru ellerde kanlı, canlı bir görüntüye, bir anlatıya dönüşmesini çok isterim. Yetkililere duyurulur. 🙂
Dilâra Caner: Fantastik filmleri çok sevdiğim için, fantastik edebiyat olurdu seçimim. Gerçeküstü öğelerin olduğu, hayal gücünden bolca beslenen, atmosferini yaratmaktan çok keyif alacağım bir metni sinemaya uyarlamak isterdim.
Fırat Yıldız: Bir yönetmen olarak bu soru için cevabım çok. Ancak şu an yakın dönemde bir edebiyat eserini sinemaya uyarlama heyecanını taşıyorum. Onat Kutlar’ın İshak öyküsünü. Bu öyküyü bir filme dönüştürmek istiyorum. Hikaye, güçlü metaforlarla örülü, mekan ve zaman olarak sinematografik bir bakışı taşıyor.
Hasan Zan: Eğer yönetmen olsaydım, Yaşar Kemal’in eserlerini sinemaya uyarlamayı isterdim. Bunların başında da İnce Memed gelirdi. Çünkü bu roman, bir köylünün zulme karşı direnişini ve özgürlük arayışını derinlikli bir şekilde anlatıyor. Memed’in cesareti, içsel çatışmaları ve isyanı sinemada güçlü bir biçimde yansıtılabilirdi. Anavarza Kalesi ve Toros Dağları, onun yalnız mücadelesine görkemli bir sahne sunarken; Sumbas ve Ceyhan nehirleri ile dağ yolları, hem doğanın hem de karakterin ruh hâlinin bir uzantısı olarak kullanılabilirdi. Topal Ali gibi yan karakterler ise Memed’in hikâyesini daha insani ve trajik bir boyuta taşıyacaktı. Tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde, İnce Memed sinema için eşsiz bir uyarlama fırsatı sunardı.
Ozan Yüzer: Brautigan’ın ‘‘So The Wind Won’t Blow It All Away’’ (Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek) metnini uyarlamak tatlı olabilirdi. Yani rüzgar her şeyi alıp götürmeyecek mi? (Kıymetli Engin Balıkçı ile beyin fırtınası yaparak yanıtlanmıştır.)
Tuğçe Yaşar: Sevdiğim eserleri sinemaya uyarlamak konusunda her zaman bir tereddüt yaşardım, çünkü sevilen bir metni başka bir forma taşımak, bazen ona kıymak gibi gelebiliyor. Zaten birçok değerli roman çoktan sinemaya aktarılmış durumda. Mesela Jack London’un Martin Eden’i… Bu eser, hem bireyin kendini var etme çabası hem de toplumla olan çatışması açısından sinemaya oldukça uygun. Fakat yine de en sevdiğim bazı kitapları, sadece kâğıt üzerinde kalacak kadar özel buluyorum.
Yahya Cengiz: Yönetmen olsaydım Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnasını uyarlardım. Çünkü hikâyede çok saf, güçlü bir aşk var ama sadece aşk değil; yalnızlık, yabancılaşma, hayata tutunamama gibi çok evrensel duygular da işleniyor. Sinemada doğru anlatıldığında insanlara derinden dokunabilecek bir eser olduğunu düşünüyorum.
İlgili