ÖNE ÇIKANLARÖykü

KABUK | Dilâra Caner

Kafasını çıkarıp birden dışarı baktı. Kolay olmamıştı bu bakışa gelene kadarki süreç. Sadece bakmak bile uzun zaman almıştı. Dışarısı ve içerisi birbirinden farklı mıydı, hep bunu düşünmüştü içerideyken. Kendisi için tanımlanmış bir alanda büyümeye çalışırken sığamaz olmuştu buralara. Dışarıyı hep merak ediyordu, gelen sesleri anlamlandırmaya çalışıyordu, orası içerisi kadar korunaklı değildi belki ama cezbedici bir atmosferi var gibiydi. Bilinmeyen bir dünyanın tüm sihri, olumlu-olumsuz tüm olasılıklarıyla… Peki şimdiye kadar neler yaşamıştı?

Birçok şey öğrendi burada, neye doğru, neye yanlış denir, günah-sevap nedir, ayıp neye denir? Nasıl yaşamak gerekir… Hayatta kalmak için tüm araç gereçleri topladı bünyesinde. Önce emekledi, sonra adımladı; gücü kabuğu oluşturanlardan öğrenmişti. Kabuktakiler, el yordamıyla buldukları tüm hayatta kalma yöntemlerini ona öğretmişlerdi. Diğerlerine göre kırılgan bir yapısı vardı. Sonradan öğrenecekti hiç kırılmıyor gibi görünenlerin kendisinden daha hassas olduğunu. Kabuktakiler, kendi aralarında sıklıkla hırgür çıkarırdı fakat ona hırgür çıkarmaması gerektiğini öğretmişlerdi farkında olmadan. Kendileri gibi olmasını istemiyorlardı belki de, olmak istedikleri kişiyi yaratmaya çalışıyorlar, sürekli kaybolan bir hazineyi arıyorlardı. Sağ duyuyu… Sağ duyu ne demek ki tam olarak diye düşündü. Sözlüğe göre şöyleydi: “doğru, gerçekçi, akla uygun ve yerinde yargılar verme yeteneği. Yani akıl ve sezginin birleştiği bir denge, bir görme hali. Ne zor… Her durumda… Kabukta çıkan hırgür sırasında o, kendine döner, olan biteni izlerdi. Dışarıya çıktığında yaşamaya mecbur kalacağı o filmi bir köşede seyrederdi.

Her durumda dengede kalmaya çalıştı, uçlardan kaçındı ama sürekli uçlara gitti. Dengenin bile en ucuna gitti. Başka türlü dengeye gelmeyi bilmiyor gibiydi. Üstelik bastığı yere köklenmekte de zorlanıyordu, sanki köklenmeyi öğrenmenin yolu sürekli düşmekten geçiyormuş gibi sürekli düşüyordu.

Kabuktakiler onun dışarıdaki hayata hiç hazır olmadığını düşünüyorlardı. Sertti o hayat, sarsıcıydı. Ya yaralanırsa, ya yaralarını saramazsa? Bunu hissettikçe o, kabukta kalmaya daha da direndi. Nasıl güçlenebilirdi ki kendisi için hazırlanmış bu ufak sarayda.

Kabuğun içinde de kabuğu vardı sanki. Kendi içinde de bir dışarısı ve içerisi ayrımı yapardı. Kabuktakilerle anlaşmanın yolunu bulamadığı zamanlarda, kendi kabuğuna çekilirdi. Hal böyle olunca da etrafındaki duvarlar hayli kalınlaştı. 

Arada bir titreşimli, yankılı bir ses duyardı ama nereden geldiğini anlayamazdı. “Sürekli içeride kalamazsın Elowen. Sürekli dışarıda da kalamazsın ama dışarıya mutlaka çıkmalısın!”

İsmi yani Elowen adı, uzak diyarlardan geliyordu. Selvi ağacı demekti. Zayıf görünen, kırılgan ama dayanıklı bir ağaç olan Selvi. Ses nereden geliyor bilmiyordu ama dışarıda Elowen’i çağıran bir hayat vardı. Gürül gürül akan bir hayat. Kabuktakiler, o dışarı çıkmaya çalışırken, daha önce keşfetmiş oldukları, kendi köşe taşlarını onun önüne dizmeye çalışıyor, dış hayatın zorluklarından onu korumaya yelteniyor ve sürekli iyi niyetle kendi hayat bilgilerinin ışığını onun gözüne fener gibi tutuyorlardı. Bu ışık ise onun yolunu aydınlatmak yerine onu kör ediyordu. 

Sürekli kendi otantikliğini anlatma gayretindeydi, kimseye benzemediğini hissediyor, bu farklılığın iyi ve kötü taraflarını çok iyi görüyordu.

Yine o sesi duydu: “Sen farklı bir ruhsun Elowen. Yaşa ve göster.

Kendinden vazgeçmedi ama kendisi için de kimseyi yıkıp geçmedi. Bu ona sabrı ve zamana güvenmeyi öğretti.

Haydi Elowen! Artık vakit geldi. Söyleyebildiğin kadar söyledin, görebildiğin kadar gördün. Kabuğu kırmazsan sen kırılacaksın.

Kafasını çıkarıp önce dışarı baktı Elowen. Kabuğun dışı gürül gürül akan bir akarsuydu. Adımlarını sırayla attı ve kendini suya bıraktı. Uzun zaman aktı orada, taşların arasından kendine bir yol buldu ve dönüştü. Kendi çatlağında, oraya ait hissettikten sonra bir süre dinlendi, soluklandı. Yorulmuştu ama yılmamıştı. 

Arkasına hiç dönüp bakmadan gidebilecek cesareti ona veren bu sesin nereden geldiğini hâla bilmiyordu. Aslında arkasına çok dönüp baktı fakat kabuktakilere hiç çaktırmadı. Çünkü o bir selvi ağacı gibiydi ne de olsa. Kırılgan ama dayanıklı. Bir yanı özgürlük için savaşırken ve göğe yükselmeye çalışırken bir yanı toprağına köklenmişti adeta. Kabuktakiler onun mücadelesini başta anlamadılar. Ta ki kendi kabuklarını kırana kadar.

Arkasına yeniden baktı ama bu kez terk ettiğini düşündüğü şeylere değil geçtiği yola doğru çevirdi yüzünü. Ne çok yol gelmişti. Ne çok büyümüştü. Geri dönüş yolunu bir gün bambaşka biri olarak ama aynı otantik ruhla yeniden yürüdü. Önüne çatlattığı kabuğun parçaları düştü. Aldı ve okşadı. Kabuktakiler de dönüşmüştü. 

Su! dedi o ses! Suyun gücü çağırdı seni. Cesaretin ateşi her şeyi dönüştürdü.

Elowen’in gözünden bir damla yaş düştü ama yüzünde ince bir gülümseme vardı. Göz yaşı toprağa değer değmez aynı yerden ateş kırmızısı bir çiçek açtı. Derin bir nefes aldı Elowen ve eğilerek çiçeği alıp yakasına naifçe taktı. Bu çiçek zarif bir mücadelenin nişanesiydi. Yıkmayı ve yapmayı öğrenen, büyüyen ve baltalamadan dönüştüren bir savaşçının en yakın şahidi gibiydi. 


Mart 2025 / Ankara