ASFUR | Caner Bingöl
ÜÇLEME’nin ilk öyküsü:
I. GOLVİZ
II.
Büyüdü bedenim, çatallaştı sesim, terledi bıyıklarım. Geçti mevsimler, göçtü leylekler, gideniyle kalanıyla mesken oldu şehirler. Ben ise dört dağ içinde kalanlardanım. Çocukluğumun sıcak hatıraları dumanını üzerimde tüttürmeye devam ediyor ama ben bugün başka bir insanım. Parlak ve jöleli saçlarım, jilet gibi ütülü mavi gömleğim, gri kumaş pantolonum ve omuzlarımı kabartarak beni olduğumdan daha hacimli gösteren vatkalı ceketimle yeni macerama hazırım. Saatime baktım. Okul servisinin gelmesine daha var. Antredeki boy aynasında çok merak ettiğim ‘yeni’ kendimi süzerken anneme yakalandım. Bana dönüp göz kırparak “çok jantisin ha! Pek yakışmış oğluma” dedi sevinçli ve gururlu bir ses tonuyla. Aynaya baktığımda hayatımın bir bilgisayar oyununa benzediğini düşündüm. Oyunun ilk bölümünü geçtim, şimdi ise daha zor olan diğer bölümüne geldim. Bölüm sonu canavarının ne zaman geleceğine dair bir öngörüm yok. Bildiğim tek şey bunun uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ilk temrinleri olduğu.
İçimde hem ‘delikanlı’ olmanın gururu hem de çocukluğa veda etmenin hüznü var. Kravatımı bağlamayı bilecek kadar büyümediğimi fark ettiğimde ise endişelenecek bir şey olmadığını anladım. Mesaisine gitmek üzere olan babamı evden çıkmadan yakalayıp kravatımı ona bağlattım. Kravatın üçgen şeklindeki boğumu dolgun ve yayvan durdu, tıpkı kendi kravatı gibi. Ona yakıştığı kadar bana da yakıştığı hususunda annemle hemfikir olduk. Bu son kravat hamlesiyle birlikte iyice role girdim artık. Biraz boğazımı sıkar, nefesimi keser gibi olsa da büyümenin bazı bedelleri olduğunu, bunun da onlardan biri olduğunu düşünüp kabullendim. Annem eliyle saçımın jölesiz yerini okşayarak, babam ise sırtıma ufak ufak vurup ‘aslanım benim liseye başlıyor’ diyerek beni kapıdan uğurladı. İkisinin de ilginç bir huyu vardı. Bana bütün ilgilerini sadece evin içerisinde gösterirlerdi. Apartman kapısının dışına çıkar çıkmaz bütün ilgi ve sevgi bir anda bıçak gibi kesilirdi. Birinden bir şeyler saklıyor gibi davranırlardı. Bana hep çok gizemli, yabanıl ve anlamsız gelirdi bu davranışları. Sorularımı daha cüretkar bir tonda sormaya başladığım yaşa geldiğim için sonunda dayanamayıp bu davranışın nedenini sordum dün.
“Oğlum” dedi annem,
“Bu çocuklar anne, babanın özlemini çeken çocuklar. Bizi sokakta öyle görürlerse içleri burkulur, hayatlarındaki bu eksikliği daha da derinden hissederler. O yüzden biz sana dışarıda hep böyle davrandık. Yoksa seni dışarıda daha az sevdiğimizden değil. Seni biz daima çok seviyoruz ama bil ki bundan dolayı sana dışarıda öyle davranıyorduk” dedi.
Kökeninde böylesi bir incelik olduğunu bilememiştim. Bu konuşmadan sonra anladım; yetimlik neydi, yetiştirme yurdu neresiydi, içindeki çocuklar, takım elbiseli adamlar kimdi. Sokağın köşesinde servisi beklerken önce saatime sonra paslı sac çatılı o heybetli binaya baktım.
Bir anda okul servisi belirdi. İlk gündü bugün. Birbirimizi pek tanımıyorduk servisçi abiyle. Bu yüzden kendi varlığımı belli etmek için ellerimi havaya kaldırıp salladım, bir iki kez de yerimde hoplayıp zıpladım. Beni fark edip durdu ve servisin kapısı sonuna kadar açıldı. Boş bulduğum bir yere oturdum. Yeni yolculuğuma doğru hareket etmeye başladım.
Okula başlamadan birkaç gün önce mahallede karşılaştık Ali’yle. Bana başka bir şehirde yatılı bir okul kazandığını, kaydını yaptırıp okula başlamak için ertesi gün otobüsle yola çıkacağını söyledi. İyi bir puan almış, güzel bir lise kazanmıştı. Hayatın ondan çaldıklarını bir bir geri alıyordu Ali. Bu da koparıp aldığı ilk parçaydı. Onun adına sevinsem de bir daha görüşemeyecek olmanın burukluğu içime derin bir hüzün doldurdu. “Yolun açık olsun, başarılar dilerim” demekle yetindim hem hakkında çok şey bildiğim, hem de hakkında hiçbir şey bilmediğim sevgili arkadaşıma. Çantasından bir kalem ve kağıt çıkardı. Bizim evin sabit telefon numarasını ve açık adresini sordu. Ben söyledim, o yazdı. İşi bitince de kağıdı cüzdanına sığacak küçüklüğe gelinceye kadar katlayıp sakladı. Birbirimize vesikalık fotoğraflarımızdan verdik. Sarılıp vedalaştık ve ayrı yollara doğru yürümeye devam ettik. Hayat bizi bir daha nerede ve ne zaman buluşturur kim bilebilirdi?
Tek bildiğim, esmer ve uzun kirpikli bu çocuğun daima çocukluk anılarımın en mutena yerinde saklı kalacağıydı.
Yollar okul servisinin penceresinden akıp giderken ben böyle şeyler düşünüp durdum. Ali’yle olmasa da mahalleden oyun arkadaşlarımla aynı lisede olma ihtimalim vardı. Bu ihtimali düşünmek çocukluğumla hemen vedalaşmak istemeyen tarafıma çok iyi geldi. Bir yandan birlikte büyürken bir yandan da çocukluğumuzu yumuşak bir vedayla uğurlayıp liseden mezun olacaktık.
Servis minibüsü sonunda o heybetli taş binanın önüne kadar geldi ve okul bahçesinin önünde durdu. İlk önce gözüme okulumuzun üst üste özenle dizilmiş irice taş blokları ve büyük pencereleri çarptı. Daha içeriye adımımı atmadan hayranlıkla seyrettiğim bu yapıyla bir bağ kurduğumu farkettim. Sırtımda çantam, elimde defterlerimle girdim sonunda o kapıdan içeri. Bugün ilk gün diye fazla oyalanmadan duyuru panosunda asılı duran listeden adımı, sınıfımı ve yeni okul numaramı buldum. Sınıfım 9-D’ydi, öğrenci numaram ise 90’dı. Sevdim ikisini de. Sınıfa girdim ve kendime arka sıralarda bir yer bulup oturdum. Sınıf yavaş yavaş insanla dolmaya başlamıştı. Arkadaşlarımla ve öğretmenlerimle bir an evvel tanışmak istiyordum. Sokakta birlikte oynadığımız birkaç kişiyi sınıfın kapısından içeri girerken gördüm. İbrahim de bunlardan biriydi. Bayağı boylu poslu olmuş, küçükken daha büyük olan elma yanakları nokta halinde kalmıştı. Okul zili çaldı. Bu melodi mahallede oynarken en çok duyduğum ve aşina olduğum seslerden biriydi. Diğeri ise mahallede gezinen tüp arabasının melodisiydi.
Ders başladı. Hoca sınıfa geldi. İlk ders tarihti. Hepimizle tek tek tanıştı ve hemen sordu:
Aranızda okulumuzun tarihini bilen var mı çocuklar? Sınıfta çıt çıkmadı ve hoca kendi sorusunu kendi yanıtladı;
“İçinde bulunduğumuz bu bina tarihi bir bina çocuklar. 1891 yılında bir Ermeni hayırsever tarafından bir vakıfa bağışlanan bu arazi üzerine inşa ediliyor. İnşa edilen ilk bina pencereden bakınca gördüğünüz ve okulumuzun hemen yanında yer alan küçük taş bina. Bir kilise olarak inşa edilmiş ve kullanılmıştır. O dönem kilisenin alt katı, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen kimsesiz ya da yoksul Ermeni çocukların barınması amacıyla yetimhane olarak düzenlenmiştir. Çocukların sayısının artmasıyla çocukların barınmaları için daha büyük bir yer ihtiyacı doğmuş. Daha sonra vakfın önde gelenleri bu yapının yanına daha büyük bir yapı inşa etmeyi düşünmüşler. Bina Fransız bir mimar tarafından tasarlanmış ancak maddi imkansızlık nedeniyle bir türlü inşaatına başlanamamış. Derken yaşları 8-12 yaşlarında değişen 30 çocuk başlarında bir kalfa ve birkaç öğretmenle başlamışlar kolları sıvamaya. El yordamıyla ve binbir emekle kampın yapımında çalışıp temelini atmayı başarmışlar. Yapının inşaatını adını herkesten gizleyen bir hayırsever temelden üstlenip devralmış. Bina beş senede tamamlanıp şuan gözlerinizle gördüğünüz halini almış. Yıllarca vakıf bünyesinde Ermeni yetimhanesi olarak kullanılan bu bina 1915’te büyük bir yangın yaşamış sonrasında boşaltılmıştır. Vakıf bünyesinde tadilatı maddi imkansızlıklar nedeniyle mümkün olmayan yapı yalnızca okul olarak kullanılması şartıyla devlete devredilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesine geçtiğinden beri de sizin gibi pırlanta çocuklara hizmet vermeye devam ediyor. 7’den 70’e birsürü insanın emeği ve özverisiyle bugünlere taşınan bu binanın tarihiyle ilk dersimize başlamak istedim. Şunu da söyleyeyim; Yapının Fransız mimarının aynı zamanda önemli bir müzisyen olduğu bilinmekte ve bu binanın daha sonra birçok bestesine de ilham olduğu rivayet edilmektedir. Koridorların ve müzik dersi için kullanılan sınıfın olağanüstü bir ekoya sahip olmasında mimarın dokunuşları olduğu rivayet edilmektedir. Müzik dersine girince ne demek istediğimi o zaman anlayacaksınız çocuklar.”
Ders bitti. İlk tenefüs zili çaldı.
Hikayesini bildiğim duvarlara dokununca bir kaç saat önce doğan güneşin bütün sıcaklığı neredeyse içime doldu. Taşların üzerinde hatıralarını bırakmış bir çocuğun siması belirdi ve göz kırpıp gitti.
Biraz ileride İbrahim’i seçti gözlerim. “İboo” diye seslendim ve yanına gittim. Seslendiğimi duyunca durdu ve bir süre muhabbet ettik. Birbirimize ortak arkadaşlarımızdan havadisler taşıdık. Ben ona Yavuz’u sordum. Babasının milletvekili olduğunu ve görevi sebebiyle ailecek Ankara’ya taşındıklarını, Yavuz’un da bir koleje yazıldığını söyledi. İbrahim de bana Ali’yi sordu. Onu birkaç gün önce mahallede yetiştirme yurdunun önünde gördüğümü ve fen lisesini kazandığını ve ertesi gün de otobüsle yola çıkacağını öğrendiğimi söyledim.
İbo, “herkes tespih taneleri gibi ipinden kopup bir yerlere savrulmuş keke” dedi.
Rakamlarla aramın fena olmadığı hususunda ailem ve öğretmenlerim hemfikirdi ama ben daha çok kelimelerin peşinden gidiyordum. Bunda edebiyat ve felsefe derslerine giren branş hocalarının etkisi büyüktü.
Felsefe öğretmenimizin adı Metin’di. Saçları önden arkaya doğru briyantinle taranmış, parlak, temiz giyimli, bıyıklı, gözlüklü, karizmatik ve bilge görünümlü ama elindeki siyah şifreli deri çantasıyla da oldukça gizemli bir adamdı. Felsefe dersleri onunla pek bir keyifli ve zihin açıcıydı. Bize sorduğu sorular, zihnimize esneklik kazandırıyor, ağzından şiir gibi dökülen cümleler içimize işleyip hızla atan yüreklerimizi daha da coşturuyordu. Metin hocanın kendi sesimizi duymamıza vesile olan soruları meşhurdu. Onun dersinden sonra çıktığımız tenefüs de tenefüs değildi hiçbir zaman. İlk başlarda sessiz, sakin kendi halindeydi. Dersine gelir, gerisin geri evine giderdi. Okulu, öğrencileri, şehri, insanları, dağları, ovaları ve kavakları tanıdıkça seviyor, sevdikçe daha çok tanımak istiyordu. Sonraları öğrendik; İzmir Bergama’dan Ankara’ya, oradan da bu dört dağ arasına ‘sürgün’ gelmişti Metin hoca, geride ailesini, çoluğunu çocuğunu bırakarak. Ben ise çocukluğumdan sürülmüştüm. İkimiz de bu taş binada kesişen hayatlarımızın yeni anlamlarını arıyorduk.
“Sorgulayın çocuklar, her şeyi sorgulayın.” derdi. İmza cümlesiydi.
Edebiyat öğretmenimizin adı Kemal’di. Uzun boylu, damla gözlüklü, güleç yüzlü bir adamdı. Sayısal derslerin içinde boğulduğumuzda çölde bir vahaydı onun dersleri. “Yazmak” denilen şeyin başkaları için değil kendimiz için yaptığımız bir eylem olduğunu öğrendim ondan. Bir keresinde bir kompozisyon ödevi vermiş, yapmadığım ve ‘ödevimi yapmadım’ demekten de çekindiğim için konuyla alakasız bir hikaye uydurmuş, komposizyon ödevi diye vermiştim son dakika. Bana tepki göstereceğini düşünürken yazdığım şeyi sınıfta okuyarak beni onore etmişti. Bize okumamız için bazı kitaplar verir, daha sonra da bu kitaplar hakkında anladıklarımızı kağıda dökmemizi isterdi. Derste de çıkarımlarımız üzerine saatlerce konuşurduk. Beni Dostoyevski belasına bulaştıran ilk insan oydu. Test çözmekten yorulduğum zamanlarımda elime Suç ve Ceza’yı alıyor, Raskolnikov’un peşine düşmekten elimdeki testleri tamamlamaya fırsat bulamıyordum. Edebiyatın kapısından ilk o kitapla girdim.
“Söz kulağa, yazı uzağa gider. Alim unutmuş, kalem unutmamış. Yazın çocuklar, kendinizi hatırlamak için daima yazın.” derdi. İmza cümleleriydi.
Bir gün eve geldiğimde annem eve bir mektup geldiğini ve Ali’nin gönderdiğini söyleyip bana zarfı uzattı. İki yıl sonra mektupla da olsa kurduğumuz ilk temastı bu. Üzerimdeki okul üniformasını çıkarmadan, elimdeki mektup zarfını yırtmadan açmayı başardım ve başladım heyecanla okumaya:
“Merhaba dostum,
Uzun süre oldu görüşmeyeli. Cüzdanımda sakladığımı düşündüğüm adresini kaybettim ve çok üzüldüm. Geçenlerde pek giymediğim bir montumu bulup giyindim. Hava çok soğuktu, ellerimi cebime attım. Bir de ne göreyim senin mektup adresinin ve sabit telefonunun yazılı olduğu kağıt. Çok mutlu oldum. İçimden “uzun zaman oldu umarım başka bir eve taşınmamışlardır” dedim ve şansımı deneyip mektup yazmak istedim.
Nasıl geçiyor okulda vaktin? Ben buraya alıştım bayağı. Okuldaki hocalarımla ve arkadaşlarımla da vakit keyifli geçiyor. Aynı zamanda yurt arkadaşı da olduğumuz için aile gibi olduk. Yetiştirme yurdu gibi değil yani. Oradaki gibi sert değil burada hocalar. Kaldığım odalar daha sıcak ve yataklar da daha rahat. Son sınıfta olduğum için bu sene biraz yoğun geçiyor. Eminim senin de öyledir. Mimarlık okumak gibi bir düşüncem var. Hocalarım tıp veya diş hekimliğini de bi düşün diyorlar. Müzik hocam da müzik kulağımın çok iyi olduğunu, müziği asla bırakmamam gerektiğini söylüyor. Kafam çok karışık yani anlayacağın. Umarım benim için en iyisinin hangisi olduğunu bulup bir karar verebilirim o vakte kadar.
Sen neler yapıyorsun, çok merak ediyorum.
Kendine iyi bak, görüşürüz.”
Uzun süre sonra ondan haber almak çok iyi gelmişti. Yıllarca mektup gelmeyince de umudu kesmiştim doğrusu. Hayatının yolunda gittiğini duymak beni sevindirmişti. Mektubunu anahtarlı kilitli günlüğümün arasına koydum, günlüğü de çekmecenin içine yerleştirdim. Mektup cevaplanmayı bekliyordu.
Lisede son yılımın bir yarış atı temposunda geçeceğini biliyordum ve sayılarla daha çok haşır neşir olmaya başlamıştım. Dersane-ev-okul üçgeninde kulağımda walkman ile salınıp duruyordum. Bir gün okulda nöbetçi öğrenciydim. Müzik dersinin işlendiği sınıftan kulağıma tanıdık bir melodinin çalındığını hissettim. Önce yanlış duyduğumu düşünüp kulak kabartmasam da tam anlamak için sınıfın kapısına kadar yürüdüm. Ben gidene kadar bütün koridorda yankılandı ses. Ali’nin golviz çalıp durduğu ve kendi şarkım dediği o ezgiydi. Tüylerim diken diken oldu. Dersin bitmesini bekledim. Sınıfta kimse kalmadığından emin olduktan sonra açık duran nota defterini kurcaladım ve şarkının adını buldum:
ASFUR.
Ali’nin çocukken ıslıkla mırıldandığı, ailesinden ve köklerinden ona yadigar kalan tek şey olan o şarkının adı Asfur’du.
Nota defterini kurcalarken sınıfa müzik öğretmenimiz girdi. Ne yapıyorsun der gibi yüzüme baktı. “Hocam önceki derste çalıştığınız şarkının adına bakıyordum” dedim.
‘Çok mu sevdin mi?’ dedi.
Biliyorum ve seviyorum hocam. Bi arkadaşım çocukken ıslıkla hep bunu çalar, ne çalıyorsun diye sorduğumda da ‘hiiç kendi şarkım bu derdi.’ O yüzden çalarken duyduğumda hemen gelip şarkının adı öğrenmek istedim” dedim.
Arkadaşın Hataylı’mıydı? diye sordu.
Bilmiyorum, da niye sordunuz ki ,dedim.
Bizim yörede pek dinlenir ve sevilir de o yüzden, dedi.
İstersen sana şarkının hikayesinden bahsedeyim biraz dedi:
Asfur Arapça bir şarkıdır. Arapça’da küçük kuşlara Asfour denilir. Kendi halinde özgürce şakıyan bir kuşmuş asfur. “Ne güzel ötüyor!” demiş biri. ‘Bu kuş bizim olmalı, alıp götürmeli’ demiş öteki.
Tuzak kurup yakalamışlar, bir kafese koymuşlar. Yıllarca kafesinde hiç ötmemiş, tutsaklığı hiç kabul etmemiş. Bir gün öyle bir şakımış ki sesi bir haykırışa dönüşmüş. Kafesin telleri titremiş ve açılmış. Hürriyetine doğru kanatlanmış asfur. Yorgun ve bitkin haliyle kendisine sığınabileceği güvenli bir tünek aramış durmuş asfur. Yanına yanaşmış ona yardım etmek istemiş biri ve bu şarkı ortaya çıkmış.
asfur talli mni şşibbek we elli yâ lûlû
(bir kuş baktı pencereden “lulu” diye seslendi)
xabbini ‘andek xabbini daxlek yâ lûlû
(“beni yanında sakla, sakla beni ne olursun lulu”)
Devam Edecek…


