SEMİH ÖZTÜRK İLE SÖYLEŞİ; ‘YAŞASIN ÖYKÜ!’ | Caner Bingöl
Yayın mecramızda sizi ağırlamaktan mutluluk duyuyoruz.
2018 yılında çıkan ve Yaşar Nabi Nayır öykü ödülüne layık görülen ilk kitabınız “Önce Dağlar Kar Tutacak” sonra 2022 yılında ilk baskısını yapan “Telaş Bandosu” öykü kitabınızla da Yunus Nadi öykü ödülünü kazandınız. Biz de bu söyleşide biraz sizinle son kitabınız “Telaş Bandosu” özelinde öyküye ve öykücülüğe dair bir söyleşi gerçekleştirmek istedik. Kitaba ve öyküye dair soru/cevap faslında biraz daha derinleşeceğiz elbette ama öncelikle her kitabı bitirdiğimde yaptığım gibi bu kitabı da bitirdiğimde bende mayalanan ilk duyguları biraz anlatmak istiyorum. Çünkü hâla karakterlerle ve öykülerle kurduğum bağ sıcaktır ve o sıcaklığın meydana getirdiği duygular tazedir ve bu zamanlar bana okuma deneyiminin en sahici zamanları gibi gelir.
Bu sebepledir ki “Telaş Bandosu” hakkında kitabın üzerinde ve bulduğum kağıtlara aldığım notları derleyip toparlayarak bu söyleşiyi hazırlamak için en uygun zaman olarak bugünü seçtim çünkü kitabın kapağını yeni kapattım. Kitabı bitirdiğimde bende mayalanan ilk hisler şunlar oldu;
Hayvanlarla dayanışma, üzerine İstanbul kokusu sinen metinler, dün ve bugün arası geçişken zaman konumlanmaları, mutlu, karamsar, umutlu, öfkeli vs. tüm iç seslerimizden oluşan dev bir bando, deliliğin dahiliği, katman katman açılan mekanlar/metinler.
Kitabın ismine atıfla; içimizdeki seslerden oluşan bir bandonun geçit törenini seyrediyor gibiydik adeta. İçimizde duyumsadığımız her duygunun kendine has bir sesi var. Bu sesler birbirine benzemiyor. Tek başlarına bozuk birer sesten ibaretmiş gibiler hatta ama bu sesler biraraya gelmeyi başardığında “her şarkıyı çalan bir bandoya” dönüşüveriyorlar. Ve her bir duygunun bu ahenge aynı oranda katkısı var. Bu duygulara çağrışım yapması bu yanıyla kitabın isminin “Telaş Bandosu” olarak seçilmesinin ne kadar isabetli olduğunu düşündürttü. İlk izlenimlerimi buraya sığacak oranda özetlemeye çalıştım ama söylenecek ve üzerine konuşulacak pek çok şey daha var, biliyorum.
Sabırsızlığımı bastırmak adına bir an önce sohbetimize başlayalım isterim.
Öyküye olan merakınız ve hikaye anlatıcılığına dönüşen serüveniniz ilk olarak nerede başladı?
Sizi buraya taşıyan tutkunun kaynağını merak ediyoruz açıkçası. Biraz bundan bahsedebilir misiniz?
Çocukken ödevlerimi yapmak için gittiğim halk kütüphanesinin insanı içine çeken hoş bir atmosferi vardı. Kışın yanan kaloriferin sıcağı bile mutlu ederdi beni. Orada çalışan memurun adını hiçbir zaman unutmadım. Bekir Abi. Muhabbet etmeyi pek sevmezdi ama her konuda yardımcı olmaya çalışırdı. Düzenli olarak kütüphaneye gidip geldim yıllarca. Pek çok kitabı orada keşfettim. Dolayısıyla okumayı kütüphanede sevdim diyebilirim. Çok mutlu hissediyordum kendimi. Hiçbir şey yapmadan durmak bile iyi geliyordu. Yazı yazmak, öyküye yaklaşmak çok daha sonraları ortaya çıktı. Anlatma isteğimin zemin arayışı sayesinde de öyküyle tanıştım. Okudukça ağır basan anlatma isteği yavaş yavaş ortaya çıktı. Merak ettiğim şeylerin içinde olup bitenler, ihtimaller, olmayı düşlediğim insanlar, penceresinden bakmak istediğim evler… Tüm bunların iç içe geçtiği hayatlardan kendime inişli çıkışlı yollar icat etmeye çalıştım. Adına yazı yazmak, öykü kurmak, anlatmak, anlatmaya çalışmak diyebileceğimiz ifadeler sayesinde de küçük bir patikam oldu. O patikada yürümeyi, durup dinlenmeyi, düşüp kalkmayı seviyorum. Zaten daha fazlası da elimden gelmez.
Bir öykünün oluşum süreci hangi aşamada başlıyor sizin için? En önemli malzemeniz nedir? Gündelik hayattaki gözlemleriniz mi yoksa başka şeyler mi?
Küçük bir merakla başlıyor her şey. Bazen yeni öğrendiğim sözcükler, duyduğum sesler, önünden geçtiğim evler ve can sıkıntısı o merakın fitilini ateşliyor. İlk cümle ortaya çıkınca açılan yoldan ilerlemeye başlıyorum. Diğer her şeyle yolda tanışıyorum. Karakterler de olaylar da öyküyü kurarken şekilleniyor. Zihnimde gezinen sesleri uygun bir vakitte oturup yazıyorum. Bazen de arkadaşlarıma anlatıyorum. Gözlemden ziyade zihnime çarpan pek çok şey günün sonunda öyküye dönüşebiliyor.
Kurgunun büyülü yanını çok iyi kullandığınız gibi kurgunun içinde gizlediğiniz kurgunun da büyüsünü okuyucuya aynı oranda geçirdiğinizi düşünüyorum. Mesela “istasyon” öyküsünde çok katmanlı bir yapı var. Kurgu içerisinde kurgu var ve bu kurguyu oynayan oyuncu eline tutuşturulan ezber metni bozarak bir anda “Bundan sonra tüm ezberleri bozarak yaşayacağız seninle” diyor ve oynadığı oyunu kafasına göre bir finalle nihayete kavuşturuyor. Bu teknik benim gibi tüm okuyucuların da çok hoşuna gitmiştir muhtemelen. Bu öyküleme tekniğini kullanırken mesleki arka planınızın size kapı araladığını düşünüyor musunuz? Ya da mesleğiniz gereği oyun metinleriyle haşır neşir olurken sonunu kafanızda farklı yazdığınız oldu mu hiç? Böyle bir özelliğiniz olduğu kanısına vardım. Bu konuda biraz konuşmak ister misiniz?
İstasyon öyküsünde belirgin olan “kurgu içinde kurgu” durumu aslında yaşadığımız hayatın hemen hemen her alanında bizzat dahil olduğumuz bir rutin. İş yerinde, arkadaş çevresinde, aile ilişkilerinde, sokakta ve daha pek çok yerde kendimizle alışveriş halindeyiz. Hayallerimiz ve gerçeklerimiz arasındaki bu alışverişin etrafında dönüp duruyoruz. Taviz vermek, alttan almak, kabullenmek, zorunda hissetmek olmazsa olmazlarımız arasında. Çünkü hiçbir şeyi kökünden kestirip atacak kadar geniş alanlarımız yok. Çekip gitmek için ya çok paramız olması lazım ya da sıfırı tüketip çaresiz kalmamız. Bu iki durumun arasında olduğumuz için oyun içinde oyunlar oynuyor, oyalanıyor, öfkeleniyor, zaman zaman mutlu oluyoruz. İstasyon öyküsündeki karakter de bu durumları çokça yaşamış, deneyimlemiş biri. Haliyle kendi içindeki isyan ateşini yakmaya çalışıyor. Bizim için küçük görünse de onun için büyük bir adım bence. Sadece oyunlarda değil okuduğum tüm metinlerde farklı sonlar hayal ederim aslında. Daha doğrusu bittikten sonra benim içimde daha başka devam ettiği olur okuduklarımın. “Ben olsaydım şöyle yazardım” gibi değil de yazarın ve karakterlerin anlatacakları bittiğine göre tüm bunlardan bana kalan duygu acaba beni nereye götürecek, diye düşünürüm.
Bu kitapta yer alan öykülerinizde İstanbul’u yoğun bir şekilde hissediyoruz. Horhor çeşmesi, Cağaloğlu yokuşu, Üsküdar, Eminönü, Sultanahmet Meydanı, Salacak sahili, Kız kulesi, Harem, Galata kulesi, Bakırköy, Karacaahmet mezarlığı vs. Adeta buram buram İstanbul kokuyor gibi.
Bunun özel bir sebebi var mıdır?
Uzun zamandır Üsküdar’da yaşıyorum. İstanbul’un pek çok semtinde ve mahallesinde olduğu gibi Üsküdar sokaklarında da geçmişe dair izler var. Üstelik gizli saklı da değiller. Öylece duruyorlar. Bizden önce yaşayanların bıraktığı bu izleri öyküye dahil etmek bir anlamda zamanda yolculuğa çıkmak gibi oluyor benim için. Artık kimselerin yaşamadığı evlerden, yürümediği sokaklardan, parklardan ve kıyıda köşede kalmış hatıralardan kendimce düşler kuruyorum ve onları öykülerde yeniden yaşatmaya çalışıyorum elimden geldiğince. İlk kitabımda bunu yapmamıştım. Mekânsız öykülerdi çoğu. Bir köyde, kasabada veya şehirde geçiyorlardı ama neresi olduğu belli değildi. Telaş Bandosu ile bu durum değişti. Gerçek mekânlar üzerine yazmak yeni ihtimallere de olanak tanıyor aslında.
Öykülerde yer yer tek düzlemli bir zaman kurgusu olmadığını görüyoruz. Mesela okumaya başlarken bir dönem öyküsü olduğunu düşündüğümüz anda bir pencere açılıyor ve bizi yakın zamana ordan da bugünlere getiriyor hikaye. Bazen de dün ile bugün arası bir yerde konumlanıyor.
Bu geçişleri ve öykünün kurgusundaki bu rabıtaları kurarken özel bir çabanız oluyor mu yoksa öykünün kurgusu ve akışın doğası gereği kendi kendine mi oluşuyor bu zaman mefhumu?
Öykü kurmak biraz da fotoğraf seyretmek gibidir benim için. Donup kalmış bir an pek çok şey anlatabilir. Görünen şeyin ardında neler olup bittiği, kendi zamanının da öncesine uzanabilir. Böylece yolculuk başlar. Öykülerimdeki zaman kurgusunun değişkenlik göstermesinin temel sebebi de bu durum aslında. Tıpkı bir fotoğrafın getirdiği hatıraları takip etmek gibi ben de değişen zamanlar arasında hatıralar örmeye çalışıyorum.
Kitabın adından ve öykülerde yaptığınız alıntılardan anladığımız kadarıyla müzikle aranız bayağı iyi ve öykülerinizde alıntılar yaptığınız “Hariçten Gazelciler” müzik grubuna olan bir sempatiniz var. Bu müzik grubuna sempatiniz nereden geliyor? Müziğin yazınsal olarak size yeni pencereler açan yanları tam olarak nelerdir?
Hariçten Gazelciler’in müziğini seviyorum. Grubun kurucusu Ömür Kılıçaslan’ın sözleri, sesi ve çağlaması her zaman ayrı bir yerde duruyor benim için. Ne zaman dinlesem bambaşka hislerle karşılaşıyorum. Ne yazık ki Ömür Kılıçaslan’ı çok erken kaybettik ve grup artık müzik yapmıyor. Ancak yine de çok şanslıyız, iki albüm bıraktılar bizlere. Onlara ne kadar teşekkür etsek az. Müziğin yazıdan bağımsız olarak her zaman özel bir yeri var benim için. Ses işçiliğinin duygu yaratan ayrıntılarında gezinmek yeni pencereler açmakla kalmıyor, o pencereden görmek istediğim manzarayı da resmediyor benim için.
Semih Öztürk’ün başucu kitaplarım dediği kitapları nelerdir? Özel olarak sempati duyduğu yazarlar var mıdır? Bir ‘okuyucu’ olarak nelere ilgi duyar?
Melih Cevdet Anday’ın tüm şiirleri, “Dakika Atlamadan” adıyla kitaplaşan söyleşileri ve “Şuçumuz Edebiyat” adıyla kitaplaşan edebiyat yazıları daima elimin altındadır. Herhangi bir sayfa açıp herhangi bir konuda söylediklerini okumak bana iyi geliyor. Ergin Günçe’nin şiirleriyle “Pi Sayısı ve Özgürlük” kitabı da onlara eşlik eder. Nordik edebiyatına ise ayrıca ilgi duyduğumu söylemek isterim. Per Petterson, Erlend Loe, Roy Jacobsen, Dag Solstad… Tiyatro yazarları olarak da Çehov, Dario Fo, Eugène Ionesco, Samuel Beckett, Bertolt Brecht diyebilirim.
Yakın zamanda gerçekleştirmeyi düşündüğünüz veya şu an üzerinde çalıştığınız proje/projeler var mıdır?
Yeni öykü dosyamı yayınevine teslim ettim. Önümüzdeki aylarda netleşir sanırım.
Son olarak yayın mecramız aracılığıyla öyküye meyil eden ve öykü anlatıcılığına tutku duyan, öykü yazmaya yeni başlayan kalemlere söylemek istediğiniz bir şey var mıdır?
Yaşasın öykü!
Semih ÖZTÜRK Kimdir?
1989’da Giresun’da doğdu. Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü’nden mezun oldu. Öğrencilik yıllarında OT dergi için söyleşiler yaptı. Tefrika Yayınları bünyesinde çıkarılan iki aylık edebiyat ve mizah dergisi Tefrika‘yı yayına hazırlayan ekipte yer aldı. Aynı yayınevi bünyesinde hazırlanan Çocuk Edebiyatı Dizisi için öyküler kaleme aldı. “Önce Dağlar Kar Tutacak” adlı öykü dosyası 2018 yılında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri‘ne değer görüldü ve aynı yıl Varlık Yayınları tarafından yayımlandı. İkinci öykü kitabı “Telaş Bandosu” 2022’de İletişim Yayınları’ndan çıktı ve bu kitabıyla 2023 Yunus Nadi Öykü Ödülü kazandı. Palto ve Ceviz isimli kedileriyle İstanbul’da yaşıyor ve reklam yazarlığı yapıyor.