‘PORSELEN BİR MEVZU’ ÜZERİNE SÖYLEŞİ | Kulilk Şen
Kulilk Şen
2021’in Nisan ayında İletişim Yayınları’ndan çıkan Porselen Bir Mevzu, yazar Gökçe Bilgin’in ilk kitabı. Romanına, Samuel Beckett’ın “Birbirlerine benziyorlardı ama herkes kadar” sözüyle başlayan yazar, ana karakterlerinin aynı, aynı zamanda bir o kadar da farklı olmasını bize en başta söylemek istiyor sanki. Yazar, karakterlerine sınırsız bir özgürlük veriyor ve biz okuyucular kitabı okurken asıl yazarın kim olduğunun farkına varamıyoruz çoğu zaman. Karakterler neredeyse eşit durumdalar, kimi zaman bir karakter başka bir karakterin kurgusu haline geliyor ve burada asıl karakter hangisi sorusu geçersiz kalıyor. Üç kadın, üçünün adı aynı ve üçü de okumak ve yazmak eylemlerini hayatlarının merkezlerine almışlar. Ve biz Porselen Bir Mevzu’da ‘onların’ yazma deneyimlerine tanık oluyoruz. Şimdi de yazara yönelteceğim sorularla hem kitabı hem de yazarı biraz daha tanıyalım istiyorum.
Kendinden bahsetmek hoşuna gidiyorsa biraz kendinden bahsedebilir misin?
Kendimden bahsetmeyi sevip sevmediğimi bilmiyorum. Ama kendime dair söyleyecek sınırlı şeyin olduğunu düşünüyorum. 1984 doğumluyum. İstanbul’da yaşıyorum. İmkanım ve fırsatım varsa gezerim.
Hafızanda yazar olmaya karar verdiğin ana ait bir resim var mı?
Boşanmıştım, bir çocuğum vardı ve yazdıklarımı artık bir yerlere gönderebilirim demiştim. O an yalnızdım.
En çok hangi yazarlardan öğrendiğini düşünüyorsun?
İnsan okuduğu her kitaptan bir şeyler öğreniyordur mutlaka. Borges okumak bana bir şeyler öğretmiştir, mesela içtenliği… Marquez’den, Orhan Pamuk’tan, Oğuz Atay’dan, Dostoyevski’den, Saramago’dan, J.fante’den, Toni Morrison’dan, Woolf’dan, Thomas Bernhard’dan bir şeyler öğrenmiş olmam gerekir. Bu yazarların kitaplarını elime alınca heyecanlanıyorum. Bu heyecanı bastırmak için yazıyor olabilirim. Sanki yazmaya başlarsam onların bende yaratmış olduğu etkiye benzer bir etkiyi yaratabilirmişim başkası üstünde. (Ne büyük bir hayal.)
Neden ‘porselen bir mevzu’ ?
Hem bize benzeyen hem de bize çok benzediği için yadırgadığımız durumlar üstüne konuşan, düşünen karakterler yarattığımı düşünüyordum. Karakterlerimin saydamlıklarına uygun olsun istiyordum kitabın ismi. Porselenin doğal, ışığı geçiren bir madde olması karakterlerimin durumlarına uygun gibi geldi.
O zaman şunu da sorayım, karakterlerine isim koyma süreci nasıl gelişti?
Baş karaktere isim bulmak epey zamanımı aldı aslında. Şöyle ki, ilk başta başka bir isim üzerine yoğunlaşmıştım. Hatta dosyamı teslim etmiştim. (Yayımlanmadan önceki son düzeltmeleri yapıyorduk editörüm Duygu Çayırcıoğlu ile birlikte.) Editörümün de yönlendirmesiyle ‘Zümrüt’ ismi ortaya çıktı. Üç kadın karakterimin ismi de Zümrüt. Erkek karakterlerime isim seçerken mesleklerini, fiziksel özelliklerini, yaşamdaki duruşlarını gözönünde bulundurdum. Sıklıkla onlara isimleriyle seslenir, isimlerine ait olup olmadıklarını anlamaya çalışırdım. Sahici olmalarını istiyordum. Tanıdığım birileri olup olmadığı sorulacaktı belki ilerde ama benim için bundan daha önemli olan onların sahici olmasıydı.
Porselen Bir Mevzu’nun yazım süreci nasıldı?
Zordu. Belki bir ilk kitap olduğu için çok zorlandım. Belki de zor meselelere değindiğimi düşünüp korkuyordum. Sabahları erkenden, kalkar kalkmaz yazmaya başlardım. Öğleden sonraları yazdıklarımı okuyunca çoğunu imha ederdim. Elimde çok az şey kalmış olurdu. Onu da anlaşılır kılmak için sürekli düşünüp duruyordum. Hem yazmak hem çalışmak hem de bir şeylere dahil olmak çok zordu.
Romanını yazarken en çok hangi konularda kaygıların oldu?
Dengeyi bozmak istiyordum. Romanda kurmuş olduğum dünyada sınırsız özgürlük istiyordum. Romanın dünyası her şeyi yapmaya izin vermeli diyordu bir tarafım, bir tarafım da bunu sıradan buluyordu. Sanki bağırmak, bağıra bağıra ifade etmek sıradandı. Kelimelerin sihirli olduğunu düşünüyordum. Sihirli ve herkesin alışık olduğu kelimelerle ciddi şeyler söylemeye karar verdim. İlginç olan hayat değildi. İlginç olan benim ifade ettiğim şekil olmalıydı. Şekil umursadığım bir şeydir. Bilinç akışı ne kadar olacaktı, ya gizem, ya metnin içine dağıtılmış olan mana, ya düzene ve aileye yöneltmiş olduğum sorular, ya inanç, ya konuşmak, istediğin kadar konuşabilmek ve rahatça sevişmek…Bütün bunları düşünüyordum, kaygılandığım zamanlar oluyordu.
Porselen Bir Mevzu’nun sana kattıkları olmuştur. Mesela bu kitapla yazarlık yolunda keşfettiğin bir şeyler oldu mu?
Güzel bir soru, evet, oldu. Her gün yazmanın gerekli olduğunu keşfettim. Ancak düzenli antreman yapan sporcunun verim almasına benzer bir disiplinin yazmak için de gerekli olduğunu gördüm. Eğer bir şeyler yazmak istiyorsam düzenli okumalı ve parmaklarımı yormalıyım.
Porselen Bir Mevzu’nun ana karakterleri üç kadından oluşuyor. Karakterlerin konuşmalarında toplumsal cinsiyete değiniliyor ve kadın karakterler egemen dilin etkisinde kalmayarak konuşuyorlar. Böylece Porselen Bir Mevzu için feminist bir kitaptır diyebilir miyiz?
Elbette diyebiliriz. Feminizm sosyal adalet için gereklidir. İnsan hakları için gereklidir. Eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için gereklidir. Benim bu kitabım ve gelecekte yazacağım bütün kitaplar da böylesi değerli bir akımdan, düşünceden mutlaka etkilenecektir. Açıkçası artık bu akımın gerektirdiği bilinç seviyesini, davranış tipini, sosyal düzeni içermeyen kitaplara katlanamıyorum. Bütün kitaplar ve hayatın her alanındaki çalışmalar böylesi bir akımın sunduğu akılcıl ve eşitlikçi yaklaşımları benimsemelidir. Kitabımdaki hayatlar sokağa çıkınca göreceğimiz hayatlardan uzak değil. Sadece okura bıraktım, neyi görmek istiyorsa, ama asla ona kadınların hiçe sayıldığı eşitliksiz bir dünya övgüsü yapacak değilim. Dünyayı güzelleştirenin kadınlar olduğunu, kutsal olduklarını, anne olduklarını, eş olduklarını da vurgulama ihtiyacı duymadım.
Alışkın olduğumuz ya da bilinçaltımızda olan yazar hatta okur, okur-yazarlık konusunda eğitim almıştır, belli bir sınıfın üyesidir. Senin karakterlerinde böyle bir durum yok, bunu tersine çevirmendeki dinamikler nelerdi?
Ben hayatın içine karışmış olan okumayı ve yazmayı seven kadınlardan bahsettim. Adına NORMAL dediğim şehirde daha geniş manada ülkede yaşayan sıradan dahi kadınlara yer vermek istedim. Eğer bunu sınıf temelli düşüneceksek bu sefer ‘bilgi’ aşağıdan yukarıya doğru akacaktı. Gidiş yönün tersine hareket eden bir yolculuktan söz etmek istedim. Okur-yazarlık alanındaki bilinçlenme hayatın her alanındaki insanın hakkıdır. Sadece akademik bir donanımı olan belli bir sınıfın üyelerine mi aittir, böyle bir şey hiç olabilir mi?
Karakterlerin yazmak için sabah vakitlerini tercih ediyorlar. Bu bilinçli bir tercih mi, senin yazma ritüelin de böyle midir?
Evet, bilinçli bir tercihti. Kadınlar için yazma saati olarak sabahın en erken saatleri uygun olur diye düşündüm. Ben de sabahları yazarım. Bu yüzden erken başlayan iş saatlerini yazmayı istediğim şeyleri küstüren saatler olarak karşılarım. Yoğun çalışma saatleri insanları birey olmaktan uzaklaştırıyor.
Karakterlerinin okuma ve yazmaya olan düşkünlülerini yakınlarındaki erkekler destekliyor mu, sence erkekler kadınların yazar olmasını destekler mi ve bu bağlamda senin yakınındaki erkekler yazar olmanı desteklediler mi?
Karakterlerimin yakınları belli bir yere kadar, kimi açıklarını örtmek için kadınlara okuyup yazmaları için destek oluyorlar. Erkekler kadınların yazar olmasını desteklese iyi olur 🙂 kadınların böyle bir talebi olduğu için söylemedim bunu, erkekler sadece erkek yazarları okumaktan kurtulurlar, fena mı olur:) Beni yakınımdaki erkekler destekledi mi, hayır. Üstünde yazı yazacağım masayı da kendim aldım. Düşüncelerimi çekilmez bulup hatta beni hayalperest bulup soğutmaya çalışanlar da oldu. Ama sonunda yazmaktan değil onlardan soğudum:)
Sence bir yazar yaşadığı dönemin sosyopolitik sorunlarıyla ne ölçüde ilgilenmeli?
Bir politik görüşe yakın olan yazarlar çoğu görüşlerini sık sık değiştirmek zorunda kalabilirler. Çünkü politik ortam sürekli değişebilir ve yazarın da buna uyum sağlaması gerekir. Akılla ulaşılacak sonuçlar vardır. Bunlar benim hem bir insan olarak hem de bir yazar olarak ilgilendiğim durumlardır. En azından öyle hissediyorum. Ve bunu sorumluluğum olarak görüyorum.