ÖNE ÇIKANLARÖykü

KAVUŞACAĞIMIZ AKŞAMIN ÖNCESİ | Ozan Yüzer

‘‘-Hayat böyle, dedi Chick.
-Hayır, dedi Colin.’’
Boris Vian

 

‘‘Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç.
Evet tabii, tek teselli yazı hariç.’’

Orhan Pamuk

 

Duvardaki saatin bitimsiz tik takları kulak deliklerimden ruhuma keder nakşederken, annem uyanıp intihar etmesin diye hepimiz geceleri tetikte uyukluyoruz.

   Büyüdükten sonra ilk kez eve geldiğim o yağmurlu, kasvetli akşamüstü saati duvardan indirip, kim bilir kaç yıldır durmuş olmasına rağmen pillerini de sökerek beyazdan griye dönen masa örtüsünün üzerine yatırdım. Ev, onu terk ettiğimiz yirmi küsur yıl önceki günün aynısını, akan zamanın ortasında bir parantez gibi, daha da tozlanarak yokluğumuzda günbegün tekrarlamış. Odaları tek tek gezdim. Batmakta olan güneşin sessiz odalara vuran hüzmelerinde toz tanecikleri sihirli anılar gibi uçuşuyordu. Yalnızca cihannümaya çıkmadım.

   Cihannümaya çıkmam yasak, çok merak ediyorum orayı, fakat kapısı kilitli. Büyüyünce öğrenirsin diyorlar. Büyüyünce oraya çıkacağım.

   Büyüdükten sonra öğrendim. Ben doğmadan uzun zaman evvel, anneannemin babası orada kendini asmış. Ondan beri, evin o uzvunu da ölü saymışlar. Büyüyünce de çıkmadım. Bedenim büyümüş, meraklarım küçülmüştü. Yalnızca merdivenin başında dikilip bir müddet kapısını seyrettim. Büyük Dede’nin cihannümaya hapsolmuş hayaleti de kapının diğer yanına yaslanmış, sessizlik sinen evdeki yabancı sese kulak veriyordu.

   Mahallenin en üstündeki ev bizim. Tepedeki ev. Bahçelerden, taşlı patikalardan geçerek nehre iniliyor. Burada her zaman sonbahar yaşanıyor, başka mevsim yok. Annemle yürüyüşler yapıyoruz. Evlerin önünden geçerken komşularla selamlaşıyoruz. Evlerden birinin tek oğlu, Aslan, zihinsel ve bedensel engelli. Konuşamıyor. Benden altı-yedi yaş büyük, fakat benim kadar görünüyor. Kafası hep üç numara tıraşlı, şişe dibi gözlükleri yüzüyle bütünleşmiş, üzerinde çoğunlukla baklava desenli bir kazak, gri alt eşofmanı onun üstüne çekilmiş, siyah kunduraları hep mahzun duruyor. Kapılarının önüne oturmuş, bize el sallıyor. Nehre inen son sekideki açmamış  yaban çiçeklerinin kızıl yapraklarını koparıp, içindeki kuşburnuları iştahla ağzıma atıyorum. Kıyıya vardığımızda annem uzun uzun nehri izliyor. Evde devamlı pencereden izlediği gibi. Bir şeyi çok özler gibi. Özleminden huzursuz olup elini daha sıkı tutuyorum. Dönüşte bahçemizdeki havuza girmeyi arzuluyorum, fakat yüzme bilmediğim için korkuyorum. Evdekiler de havuzdan pek hazzetmiyor, nedenini anlayamıyorum.

   Büyüdükten sonra anladım. Anneannemin annesi havuzun yanına gitmeye oldum olası çekinirmiş. Ben doğmadan uzun zaman evvel, bir gün ev ahalisi bahçeye inerken o da aralarına karışmış, çiçeklere bakım yaptıktan sonra tuhaf bir huzurla, adeta arzulayarak, o güne dek uzak durduğu havuz kenarında tatlı bir öğle uykusuna yatmış. Kim bilir hangi düşün ortasında diğer yanına dönerken, o esnada boş olan havuza düşüp, kafasını çarparak ölmüş. Ölümün davetine bir bilinçaltı intiharı gibi icabet etmesinin, hayatı aradan çıkarıp ebediyete rüyaların içinden yürümesinin hatırasını, ölmeden suladığı çiçekler hiç unutmamış.  Ah, Büyük Nine.

   Bir gece annem elimi tutup, anneannem ve dedemden gizli beni bahçeye çıkarıyor. ‘‘Yürüyelim biraz,’’ diyor. Havada güz serinliği. Mahallede elektrikler kesik. Ay ışığının altında, loş  bahçeler ve patikalardan nehre doğru iniyoruz. Havuza geldiğimizde annem aniden durup, beni havuzun içine koyuyor. Arkadaki taş duvarın dar yarığında sırlar, hayaller ve korkular devindiren karanlık su gözesi havuzu yavaşça dolduruyor. Şimdilik belime kadar su var, keskin soğuk. Annem nehre doğru ilerleyerek eriyen bir şeker gibi karanlığa karışıyor. Ağlıyorum. Çok bağırarak ve hıçkırarak. Sonra kendimi yatağımda buluyorum, kuru ve sıcak pijamalarımla. Havuzla yatak arasındaki sahne yok. Rüya mıydı? Eğer gerçekse ağlayışımı duyan anneannem ve dedem mi, yoksa komşular mı beni ve nehre giden annemi kurtarıp eve getirdi?

   Büyüdükten sonra anneanneme sorabildim. Bazı konuları dile getirmek için yıllar alan bir cesaret biriktirmek gerekir. ‘‘Hatırladığın gece rüya değil,’’ dedi. ‘‘Fakat biz ya da komşular değil, annen seni kucakladığı gibi eve geri getirdi. Vicdanı el vermemiş, muhakkak ki.’’ Biraz gözlerimiz dolarak, biraz yutkunarak sessizliği dinledik, boş duvarları izledik. Sonra belleğimiz anımsadığım o gecenin birkaç ay ilerisine, dünyanın en meşum gününe götürdü bizi. Annem yanına beni almaktan vazgeçip, her şeyin yolunda gittiğini düşündüğümüz ve olağan dalgınlıklarla zamanın akışına kapıldığımız bir gün sessizce yanımızdan süzülüp nehre gitmişti. Bir daha dönmemek üzere. O zamanlar daha büyük olsaydım ya da bütün bunlar şimdi yaşansaydı iyileşmesine yardım edebilir miydim, onu hayatta tutabilir miydim diye düşünmediğim bir gün bile olmadı.

   Annemin nehre gidişinden sonra her gece aynı rüyayı görüyorum: Nehrin karşı kıyısında, sanki hiç ölmemiş gibi gülen gözlerle bana bakıyor, hep aynı tarihi söylüyor. Yıllar sonrasının bir gününü. Büyüdükçe rüyayı görmeye devam ediyorum ve söylediği tarihe hep bir adım daha yaklaşıyorum.

   Büyüdükten sonra bir gün rüyadaki tarih gelip çattı. Annemin gidişinden ve bizim evi terk edişimizden yirmi küsur yıl sonra, bu kasvetli ve yağmurlu akşamüstünde, her şeyin başladığı ve her şeyin bittiği yerdeydim. Odalardaki anıları burun deliklerimden çekip, yanımda götürmek üzere bahçeye çıktım. Çocukken annemle yürüdüğümüz taşlı patikalara saptım. Bizim ev gibi, komşuların evleri de bir bir boşalmıştı. Mahallede ölüm sessizliği, sokaklarda akşamın burukluğu vardı. Renkler her saniye matlaşır, koyulaşırken cılız sokak lambaları yalnızca etraflarındaki dar bir alanı amber rengine boyuyordu. Issız bağların tahta kapıları ve çitleri artık kendilerini bile korumaktan acizdiler. Metruk evlerin panjurları aralanıp, esrarlı gölgeler beni izliyor diye düşünerek ürperiyordum. 400 küsur yıllık karadut ağacı nihayet köşedeki taş duvarın üzerinde belirince, rahatlamak için mataramı çıkarıp kovuğuna dayadım ve ağzına dek karadut şarabıyla doldurdum. Taş duvardaki, yalnızca güneş ışığında görünen, manası asırlardır çözülememiş bol üçgenli garip işaretler gün batımıyla birlikte kaybolmaya bir kez daha yüz tutmuştu. Karadut şarabımı yudumlayarak bahçelere girdim. Havuzun üst sekisindeki barakayla ayık karşılaşmak da istemezdim. Annem nehre gittikten sonra dedem evdeki uğursuz bulduğu her nesneyi buraya kaldırıp, kapısını tılsımla kilitlemiş ve ölüm fısıldayan cinleri bahçelerden, evimizden uzak tutmak için pencere boşluklarına cinlerden daha ürkünç maskeli korkuluklar dikmişti. Maskelerden biri, yıldız kayması gibi belli belirsiz bir mimik yapınca sarmaşık kaplanmış basamaklardan havuza yollandım. Yağmur dinmişti. Suda geçmişten gölgeler, hatıraların silüetleri, bir görünüp bir kaybolan nilüferler, kainatta daha evvel hiç görülmemiş renklerde ve şekillerde kederli balıklar vardı. Ön taraftaki dalların ve koyu pembe çiçeklerin aralarında kararmakta olan nehir, olanca büyüsüyle beni davet ediyordu. Kıyıya indim. Hafif dalga sesi, ılık rüzgarın uğultusuyla hemhal oluyordu. Ay doğdu, yıldızlar peyda oldu. Kasabanın göğünde bu kadar bol yıldıza rastlamamıştım. Evimiz gibi, mahalle gibi, kasaba da boşalmış, yeryüzü tenhalaştıkça gökyüzü kalabalıklaşmıştı. Annemin yıllardır beni çağırdığı gün buydu. Mataramdan kallavi bir yudum alıp gözlerimi kapadım, zihnimi boşalttım. Bütün sesler susmuştu, nehre kendimi bırakıp onunla kavuşmak dışında kainatta bir şey kalmamıştı. Sessizlik. Gözlerimi açtım. Annemin yıllardır beni çağırdığı gün buydu ama yapamadım. Olduğum yere çöktüm, karadut şarabımı yudumladım. Kainata boş boş baktım. Nehrin içinde bir baş belirdi. Kıyıya, karşıma yüzdü.  Yavaşça ayağa kalkıp sudan çıkarken mehtabın bir parçası kopup omuzlarından bacaklarına dek beyaz bir elbise halinde tenini sardı. Uzun saçlarından ve bedeninden sular damlayarak yanıma yürüdü. Annemdi. Fotoğraflarından ve hatıralarımdan bile güzeldi. Yanıma oturdu, ayağa kalkmaya mecalim yoktu. Bakakaldım. Soluk alamadım. Konuşamadım. Ne konuşacaktım? Konuşmayı denediğim anda hüngür şakır ağlayacaktım. Üşüyor musun, diye sormak geçti içimden.

  ‘‘Hiç üşümüyorum. Hem hava çok ılık, tıpkı su gibi. Oturduğum yerde ağır ağır kuruyacağım,’’ dedi.

   Başımı kollarının arasına aldı. Göğsünü kokladım. Gözyaşlarımız hava ve su gibi ılık aktı. Geçmişe bakış atar gibi bir an için arkama döndüm, evimize, tepedeki eve baktım. Cihannümanın panjurları açılmış, Büyük Dede müşfikçe bize gülümsüyordu. Havuzun başında Büyük Nine, ayaklarını suya sokmuş, bilge bir tebessümle bizi inceliyordu. Taşlı patikanın ucunda Aslan, engellerinden ari, boylu poslu, beyaz gömleği ve krem keten pantolonu içinde kırkına merdiven dayamış yakışıklı haliyle bize el sallıyordu. Bütün bunlar nedendi ki, diye düşündüm. Başımı kaldırıp Tanrı’ya baktım, fakat bir şey göremedim.

   Annemin yıllarca beni çağırdığı gün buydu ve sözünü tutup geldi. Şimdi sarmaş dolaş kah birbirimize, kah yanak yanağa verip karşıya baktığımız bu anlarda bir ressam çizsin istedik halimizin ve mehtabın, yıldızların, loş bahçelerin, kainatın güzelliğini. Ya da birisi hikayemizi yazsın. Bize yazdığı bu sahnede, kendini de kalemi ve defteriyle birlikte ilerideki bir ağacın dibine kondursun. Bir aralık başımızı çevirip onu fark edelim, kadim bir dostu görmenin sevinciyle mataramızı ona kaldıralım. O da ağacın dibinden veya bu satırları yazdığı masanın başından bize bakarak, kalan son cümlesini yazarken kadehini kavuşmamıza kaldırsın. Olmaz mı?

            ‘‘Kavuşmanıza içiyorum.’’

 

Eylül 2025, Muratpaşa/Antalya