I. TANBAŞLARDA BİR ZAMAN | Yılmaz Angay
Sırtınızı ilçeye verip Tanbaşlar köyü yol ayrımından köy yolunda ilerleyin. Sağınızda ip gibi akan bir derecik göreceksiniz. Tabii bahar zamanlarıysa bu derecik ip gibi değil traktör lastiği genişliğinde akar. Sol tarafınızdaysa harabeleri görürsünüz. Uzun bir süre size eşlik edecektir bu harabeler. Hangi zamandan kaldığını ya da bu yapıları oraya kimin neden kondurduğunu henüz bilen yok. Ama çeşitli söylentiler dolaşır, türlü türlü hikayeler anlatılır bu harabelerle ilgili. Öyle üst üste üç beş taşın konulduğu, sağda solda birkaç parçanın savrulup unutulduğu bir harabe değil; bir zamanlar koca koca yapıları oluşturduğu belli insan boyunda dikdörtgen ve silindirik taşların bazıları hala üst üste. Hatta bazı yapılar hala ayakta. Taşların rengi güneşe, rüzgara, yağmura inat hala koyu yeşil. Tanbaşlarda işiniz acele değilse bu harabelerde biraz durun. Yapıya bakın. Hatta sizi daha önceden uyarmış olsalar da kulak asmayın; ayakta kalan yapıların içine girin. Emin olun içlerine adım attığınız anda başka bir dünyada olduğunuzu hemen anlayacak ve buradan ayrılmak istemeyeceksiniz.
Biraz daha vakit ayırabilirseniz sizi yol kenarında karşılayan taş yapıların ardındaki alana geçin. İki metre kadar yüksek, üzerinde muhtemelen anlayamayacağınız bir dilde oymaların olduğu yarım metre genişliğindeki yekpare taşı görünce durun ve harabelere, içerdeki yığına giden belli belirsiz yoldan ilerlemeye çalışın. Elbette biraz zor olacak. Devrik taş blokları, dikenli çalılıkları aşmanız gerekecek. Ama buna değer. Yoldan yaklaşık yüz metre kadar uzaklaştığınızda başka bir medeniyetin izleri sizi bekliyor olacak. Görece daha sağlam kalabilmiş, ağaçlar ve çalılıklar arasına saklanmış masallardan fırlamış bir mimariye sahip binaların üzerlerindeki kabartmalar için bile uzun zaman ayırmak gerekir. Ama siz onlara değil, binaların içine bakın. Yıkılmış kısımları kafanızda tamamlayın. Yıpranmış taşların burada hayat sürerken nasıl göründüğünü hayal edin. Çevreyi sarmalayan doğadan müsaade isteyin ve o ağaçları oradan alıp bu eski kentin sokaklarına nizami bir şekilde dağıtın.
Göreceksiniz: Meğer ne kadar da ilkel bir medeniyette yaşıyormuşuz. Meğer sınırlarımızın ne kadar da gerisindeymişiz.
Çok kalmayın burada. Yoksa aklınız başınızdan gider. Siz az önce olduğunuz yola çıkın yine. Sizi gitmek istediğiniz yere, Tanbaşlar Köyüne götüren yola. Ama yola çıkmadan bu yıkık kentin en gerisindeki tepeliğe bir uğrayın. Bu biraz zaman alacaktır. Ama buna değer. Tepeliğin ucuna geldiğinizde bu yıkılmış eski kente bir de yukarıdan bakın. Ayaklarınızın altında uzanan kenti hayal edin. O kentin hemen önünde ip gibi akan dereciğin bir zamanlar çağıl çağıl çağladığını düşüneceksiniz. O derenin yatağı karşınızda olacak çünkü. Derenin ötesinde harabelerin devam ettiğini de görecek, bunu yoldayken fark etmediğinizi anlayacaksınız. Doğuya bakarken, ayaklarınızın altındaki şehrin tüm yapılarının da sizin gibi o tarafa bakmakta olduğunu, belki de şu an durduğunuz o yerde kent sakinlerinin sabahı karşılamak için toplandığını hayal edeceksiniz. Fazla kaptırmayın kendinizi. Bu düşünceleri kent sakinlerini hayal etmek, onlara hayran olmak belki de aralarından birine aşık olmak takip eder. Bu hataya düşmeyin. İşte tam bu anda sizi uyardıklarını hatırlayın ve terk edin o tepeyi. Yolunuza gidin. Tanbaşlar Köyüne…
Oraya neden gitmeniz gerektiğini, sizi buraya savuran hayatınızı düşünün ve yola koyulun tekrar.
Burayı unutmayın ama… Sizi buraya savuran hayatınız…
Yolda devam ederken o cılız su akıntısı size eşlik edecek. Sağınızdaki harabeler bir süre daha dikkatinizi kendi üzerinde tutmaya çalışacak. Her taş parçası, her kuytu köşe, her boynu kırılmış ot “bana bak”, “buraya bak” diye fısıldayacak kulaklarınıza. Siz solunuzdaki suda arayın kurtuluşu. Gözünüzü yoldan ayırmayın. Kulağınız suyun sesinde olsun. Yol boyunca bir daha durmayın. Sağ tarafınıza bakmayın bile. İnsan aklı gariptir. Bir anda gerçekle gerçek olmayanı ayırt etme becerisini yitirebilir. Bir hayalin peşine düşer de yıllarca kendini kaybedebilir. İnsan aklı yalanı sever. İnanmayı sever. Çünkü hoştur hayalin dokusu. Hoş gelir yalanın hafifliği. Siz bunları düşünmeyin. Yolunuzda devam edin.
Gözünüz yolda, kulağınız suda… Suyun sesi solunuzda…
Yol biraz uzun… Ama harabeler geride kalır bir süre sonra. Sadece akan su artık sizinle devam eder. Sağ tarafınızda artık tarlalıklar görürsünüz. Ondan sonrası daha çabuk geçecektir. Mevsiminde gitmişseniz tarlalarda ekinler içinizi şenlendirecektir. Yer yer meyve ağaçları da göreceksiniz sağlı sollu. Fırsatınız varsa meyvelerin tadına bakın. Neredeyse her mevsim meyve olur o yolda. Elması, ayvası, portakalı, eriği, üzümü, şeftalisi… Kimse bir şey demez. İçiniz rahat olsun. Zira meyveyi paylaşırlar. Her yerde bolca olduğundan herkes kendine yetecek kadarını toplar. Kalanı kuşlar, börtü böcekler yer, dökülür, dalında çürür… Yol üstünde çeşmeler göreceksiniz. Ufaktır biraz çeşmeler. Gözden kaçabilir. Dikkat edin, susuz kalmayın. Dereden içmek isteyebilirsiniz. Ama yapmayın. Derenin suyu içilmez. Köylünün dağdan getirdiği kaynak sularından için. O çeşmeleri sizin gibi yolcular için yapmışlar zamanında. Yıllardır akar. Su soğuktur. Dikkat edin. On, on beş dakikada bir karşınıza çıkar bir çeşme. Toplamda yedi çeşme var. Birini kaçırsanız diğerine denk gelirsiniz mutlaka.
Mezarlar size köye yaklaştığınızı söyler. Koca yataklı minik derenin üzerindeki köprüyü geçtikten kısa bir süre sonra karşınıza çıkacaktır mezarlar. Bu mezarlar sağlı sollu yayılmıştır. Etraflarında çit, duvar veya başka bir ayırıcı yapı görmeyeceksiniz. Şaşırmayın. Köylü, o bölgeye ölülerini gömer. Ama orası bir mezarlık olarak tanımlanmamıştır köylü açısından. Hatta yolun dibinde bile mezar görebilirsiniz. Her mezarın başında bir ağaç bulursunuz. Kimisi belki yüz yaşında kimisi daha yeni dikilmiş farklı türden ağaçlar. Ölülerin koridorundan geçince artık köyle aranızda sadece çalılık, sarmaşık ve ağaç dalları tarafından oluşturulmuş doğal bir tünel kalmıştır. Yerden yüksekliği yedi metreye kadar ulaşan bu tünelin genişliği üç metredir. Gün ışığı dalların arasından zorla sızmaktadır. Girerken tedirgin olabilirsiniz. Çünkü girişten baktığınızda sadece çıkıştaki ışığı göreceksiniz. Oysa içeri girip yolunuza devam ettiğinizde aslında o kadar da karanlık olmadığını anlarsınız. Ağaç dalları, sarmaşıklar her ne kadar çevrelemiş ve yolu yanlardan ve yukarıdan kapatmış olsalar da içeride yeterince ışık vardır. Tek fark, biraz daha serin olmasıdır.
Gün ışığını dolaylı aldığından yaz ortasında bile üşütür insanı bu tünel. Ama neyse ki çok uzun bir tünel değil bu. Bir kaç dakikada bitirebileceğiniz kısa bir parkur. Tünelin içindeyken özellikle kuş seslerini çok duyacaksınız. Belki de daha önce hiç şahit olmadığınız ötüşler ulaşacak kulaklarınıza. Dahası artık çok uzakta kalan derenin de sesi gelecek. Belki dolaşan hayvanların çıtırtılarını, sallanan yaşlı ağaçların gıcırdamalarını hatta şanslıysanız ormanın kendi sesini bile duyabilirsiniz. Tüneli bitirin. Çok beklemeyin içindeyken. Seslerin, renklerin, dokuların mistik çağrısına teslim olmayın. Sizi sizden edip oraya mıhlamasını istemezsiniz. Etrafa da öyle çok dikkatli bakmayın. İnsan aklı baktığı şeyleri bildiği şeylere benzetmeyi sever. Uzanan ağaç gövdelerine, gövdelerden kopup yere serilmiş dallara bakıp da onları bir zamanlar buradan geçerken tünelin büyüsüne kapılıp tünelin bir parçası olana kadar orada kalmayı sürdüren bazı yolculara benzetmek, hatta buna inanmak oldukça kolay olur bu zamansız yerde. Tünele girince aklınızda sadece çıkmak olsun. Çıkın tünelden. Çıktığınızda gözleriniz kamaşacak. Ama çabuk alışacaksınız, merak etmeyin. Bir ışık perdesinden geçer gibi önce sadece parlaklık sonra yavaş yavaş normale dönen bir aydınlıkla devam edeceksiniz. Çıkınca acele etmeyin. Şöyle bir soluklanın. Karşınızda duran manzaraya bakıp nefes alın. Çünkü göreceğiniz şey nefesinizi kesecek. Orada, o tünelin çıkışında görüşünüz normale döndüğünde başka bir ülkeye hatta belki benim gibi başka bir diyara geldiğinizi düşünüp kendinizi sorgulayacağınız kadar sarsıcı bir ortamda bulacaksınız kendinizi.
Dizinin 2. Bölümünü için tıklayın: