KARA ÖYKÜ | Ozan Yüzer
I
BAŞLANGIÇ
‘‘Genellikle yüzlerdir fark etmeden geçtiğimiz.’’
Lewis Carrol
Esrik gülüşler ve yalpalayan adımlarla Galip Dede Caddesi’nden Kuledibi’ne doğru kol kola salınan Emre ve Lale’yi yalnızca sarhoşluk değil, bu yıl İstanbul’a henüz gelebilmiş ılık bahar esintisi de mest ediyordu. Emre’nin içinde, bu keyifli akışın ortasına batırılan bir iğne gibi, ansızın bir huzursuzluk peyda oldu. Yabancı bir bakışın üzerinde olduğu duygusuna kapılmıştı. İçgüdüsel olarak başını yana çevirdiğinde, onunla göz göze geldi. Bir antikacı dükkanının vitrininde duran, tanımadığı bir kadının yüzüne ait bu portredeki gözler, caddeden gelip geçen yüzlerce insan arasından yalnızca Emre’ye bakması için çizilmişti sanki. Emre de olduğu yere çivilenmiş gibi portreye bakakaldı. Kadının yüzündeki esrarın manasını arıyor gibiydi. Hem tuhaf bir heyecan, hem de baktığı yüzdeki gizeme duyduğu huzursuz merak anbean ruhunu sarıyordu.
‘‘Aşık oldun kadının resmine herhalde,’’ dedi Lale sitemli bir gülüş koyvererek, ‘‘kim bu, tanıyor musun?’’
Emre irkilip, söyleneni anlamamış gibi boş gözlerle birkaç saniye Lale’ye baktı ve nihayet o da güldü, ‘‘tanımıyorum, ilgimi çekti yalnızca.’’
Lale yeniden Emre’nin koluna girdi, yeniden yürümeye koyuldular. Emre’nin Kuledibi’ndeki evine varana dek bu kez konuşmadılar. Eve girdiklerinde Emre birer kadeh viski doldurdu.
Lale kendi kadehini aldıktan sonra, ‘‘bu gece sana ufak bir sürprizim var, bekle beni biraz’’ diyerek albenili bir tebessümle içeri gitti.
Emre viskisinden bir yudum alıp salondaki kanepeye kıvrıldı. Portredeki tanımadığı yüzü, o yüzün taşıdığı büyülü sırları düşünmekten alıkoyamıyordu. Pencere açıktı. Tatlı ilkbahar rüzgarı ve sokaktaki Nardis Caz Kulüp’ten yükselen saksafon melodileri içeri süzülüyordu. Tül perdenin ardında, şehrin flu ışıkları görünüyordu. Emre portredeki kadını düşünerek uykuya dalacakken Lale salona girdi. Akşam boyu çantasında taşıdığı sürprizi üzerine giymişti. Tül perdenin gerisindeki flu şehir gibi tül bir geceliğin içindeki flu bedeniyle zarifçe dans ediyordu. Emre’nin elinden tutarak onu da dansa kaldırdı. Emre, beline sarıldığı Lale’nin, hafifçe eğilse öpebileceği mesafedeki yüzünü izliyordu. Lale’nin yüzü loş salonda giderek daha da bulanıklaşıyordu. Emre gözünü her kapadığında, sanki hafifçe eğilse öpebileceği bir mesafede portredeki kadının yüzünü görmeye başladı. İlk gördüğü andaki berraklığıyla ve her detayıyla. Bütün esrarıyla. Başı dönmeye başlamıştı ve birden dans etmeyi bıraktı.
‘‘Gitmeni istesem kabalık olur mu? Pek iyi hissetmiyorum kendimi, yalnız kalsam daha iyi olacak sanırım.’’
Lale kısa bir süre sonra evden çıktığında, Emre onun fazlasıyla sitemli olduğunu kuşkusuz fark etmişti. Fakat şu an bunun üzerinde durabilecek durumda değildi. Yatak odasına gitmeye üşendi. Yeniden salondaki kanepeye kıvrıldı, uyuyakaldı.
II
EMRE’NİN İLK RÜYASI
‘‘Gah kar yağıyordu, gah karanlık’’
Galip Dede
Emre rüyasında Galip Dede Caddesi’ndeydi. Fakat çok eski zamanların, neredeyse başka bir dünyanın Galip Dede Caddesi’ydi. Evlerin, dükkanların, kaldırımların, şehrin çehresi bambaşkaydı. İçgüdüsel bir şekilde, portreyi gördüğü dükkana yöneldi. Halleri, kılık kıyafetleri başka zamanlara ait insanların aralarından süzülerek oraya ulaştı. Dükkanın vitrininde esrarengiz kadının portresi yerine çeşitli kitaplar vardı ve camında ‘‘Binbavul Sahaf’’ yazıyordu. Eşikten içeri adımını atar atmaz kesif bir kitap kokusu kapladı ciğerlerini. Hayatı boyunca hiçbir kitapçıda, kütüphanede rastlamadığı yoğunlukta ve güzellikte bir koku. Gözleriyle dükkanı taradı, ortalıkta portreye dair iz yoktu. Alabildiğince kitap ve mecmua dolu rafların ve onlara bakan insanların yanından tezgahtaki sahafın yanına sokuldu.
‘‘Merhaba, ben bir portre arıyorum. Burada olmalıydı ama göremedim.’’
‘‘Burada portre bulunmaz,’’ dedi sahaf usulca.
Uzun boylu, uzun suratlı, kemerli burunlu, kara gözlü bir adamdı. Kara gözleriyle dikkatlice Emre’yi süzüyordu. Emre bu dikkatli bakışların mıntıkasından usulca çekilerek kitap raflarının arasında gezinmeye koyuldu. Amaçsızca rafları süzerken, başka bir çift gözün de kendisini süzdüğünü hissetti. Başını çevirdiğinde, onunla yeniden göz göze geldi. Portredeki kadın, bu kez bir çerçevenin içinde değil, kanlı canlı karşısında onu izliyordu. Bir elinde, sahaftan henüz satın almış olduğu bir kitap duruyordu. Kitabın ilk sayfasını açtı. Tezgahta bulduğu yeşil bir tükenmez kalemle sayfaya bir şeyler çiziktirdi; ardından kitabı çantasına koyup Emre’yi son kez süzerek dükkandan çıktı. Emre de onun peşinden dışarı fırladı. Kalabalığın arasında kadını bulmaya çalışıyordu. Uzakta, yolun Karaköy’e inen tarafında bir an için görebildi. Ne ara o kadar uzağa gidebilmişti? Peşinden koştu. Ama insan yığınının içinde onu nadiren seçebiliyordu; hepsi bu rüyanın birer figüranı olan ve rüya bitince unutulmaya mahkum bulunan insan suretleri yol boyu deviniyordu. Bu esnada hava karardı ve kar yağmaya başladı. Kadını son bir defa, Karaköy İskelesi’nden vapura binerken gördü. Fakat koşarak iskeleye vardığında, vapur çoktan Üsküdar’a doğru uzaklaşmaya, küçülmeye başlamıştı.
Karşı kıyıyı seyretmeye koyuldu kederli gözlerle. Akşamın karanlığında ve bembeyaz karların altında Üsküdar büyülü bir kasabaya benziyordu. Evlerin pencerelerinde gaz lambalarının loş ışıkları belirmişti. Sokakların ve koruların karanlığı, ürpertici siyah boşluklar halinde peyda olmuştu. Karşıda olanca gizemiyle sergilenen bu semt silüeti, karşı koyması gayrimümkün bir davet gibiydi. Emre karşıya geçmenin bir yolunu düşünürken, iskelenin biraz ilerisindeki balıkçı barınağını fark etti. Kalbinde bir umut ışığıyla oraya yöneldi.
Yürüdükçe bir ney taksimi işitir oldu. Havanın kararmasından günün doğumuna dek, Galip Dede Caddesi’nin başındaki Galata Mevlevihanesi’nde ney üflenirdi. Öyle derinden üflenirdi ki, girdiği kulaklardan gönüllere bir alev topu gibi inerdi. Bu akşam da, balıkçı barınağında iskemlelere dizilen balıkçıların gözlerinde yaşlar, ruhlarında huşu, kadehlerinde şarap vardı. Ney taksimi ruhani bir fısıltı gibi Galata’dan Karaköy’e indikçe, kalp yangınıyla inleyerek kadehlerini dipliyorlardı. Emre de boğazına oturmuş bir yumruyla yanlarına yaklaştı. Hiç konuşmadan ona da bir kadeh ve bir iskemle uzattılar. Kadehteki şarabı tek dikişte bitirdi fakat iskemleye çökmedi.
‘‘Üsküdar tarafına gitmem gerekiyor. İçinizden biri beni götürebilir mi?’’
İçlerinden biri, Emre’nin yüzünü diğerlerinden daha farklı, daha manalı süzüyordu. Bir süre sonra ayaklandı.
‘‘Gel benimle, ben seni geçiririm karşıya.’’
Minik bir sandalla açıldılar. Bir testi şarapları vardı, sırayla yudumladılar. Galata Mevlevihanesi’nden süzülen ezgi giderek azalıyordu. Kar taneleri denizin yüzeyine değdiği anda eriyip karanlık sulara karışıyordu. Karşı kıyıya yaklaştıkça evler büyüdü. Pencereler, balkonlar, gaz lambalarının ışıkları büyüdü. Heyecanlar büyüdü. Salacak sırtlarında karanlık bir köşkün balkonunda, elindeki mumla hafifçe aydınlanan bir kadın silüeti belirdi. Dosdoğru açıktaki sandala bakıyordu. Emre, tam olarak göremese de, bakışların sahibini biliyordu. Bir kez daha mazhar olmuştu işte. Fakat ansızın çıkan fırtına, kadının elindeki mumu söndürüverdi. Balkon karanlığa gömüldü, kadın yeniden sır oldu. Ardından ansızın çıkan dalgalar, minik sandalı alabora etti. Emre ne kadar çırpınsa da denizin dibini boylamaktan kurtulamıyordu. Zifiri karanlıkta boğuluyordu, derken, derin bir soluk alarak uyandı.
III
İLK UYANIŞ
‘‘Bu sabah uyandığımda aynı kişi miydim ben?
Aynı kişi değilsem sorayım o zaman: Kimim allah aşkına ben?’’
Lewis Carroll
Emre denizin dibinden ferah yeryüzüne kavuşur gibi doğruldu. Uyuyakaldığı kanepeye, sehpanın üzerinde yarım bıraktığı viskiye baktı. Lale nasıldı acaba? Gördüğü rüyayı düşündü. Portredeki kadını bir rüya bile olsa ilk defa canlı görmüştü. Sahi portrede sonsuzluğu saymak dışındaki gerçek yaşamında neredeydi bu kadın, kimdi? Açık pencereden içeri bahar esintileri doluyordu. Emre de havanın davetkarlığına karşı koymayıp evden çıktı.
Dosdoğru Galip Dede Caddesi’ne, portreyi gördüğü dükkana yöneldi. Camında ‘‘Binbavul Vintage’’ yazan dükkana vardığında, vitrinde portreyi göremedi. Ne yani, sabah dükkan açılır açılmaz biri gelip almış mıydı onu? Başka rüyalarda da mı yaşam bulmuştu esrarlı kadın, boy gösterdiği vitrinde başka insanların yüzüne de mi aynı manayla bakmıştı? Telaşla dükkana girdi.
‘‘Dün gece bir portre vardı burada. Bir kadının portresi. Bu sabah satıldı mı?’’
Tezgahtaki adam kısa bir süre Emre’ye bakıp, ‘’burada böyle bir portre bulunmadı hiç,’’ dedi.
Uzun boylu, uzun suratlı, kemerli burunlu, kara gözlü bir adamdı. Kara gözleriyle dikkatlice Emre’yi izlemeyi sürdürüyordu. Emre, rüyadaki sahafın bu adamın bilmem kaçıncı kuşaktan dedesi ya da bizzat rüya alemindeki versiyonu olduğunu içinden geçirdi. Ne biçim bir rüyaydı bu, ne biçim bir hakikatti? Hakikatin izini sürmek niyetindeydi.
‘‘Belki bir çalışanınız, ne bileyim, siz yokken dükkana bakan kişi satmıştır portreyi,’’ diye soru soran bir ses tonuyla sesli düşündü.
‘‘Dükkanla ilgilenen tek kişi benim,’’ dedi adam usulca.
Emre hayal kırıklığıyla iç çekti. Sıkkın gözlerle ve yavaş adımlarla dükkanı incelemeye koyuldu. Her nevi ikinci el, eski, antika nesnenin satıldığı bir yerdi. Rüyasında ikinci el kitaplar sergilenirken, şimdinin gerçeğinde ikinci el eşya sunuluyordu. Rüyadaki kesif kitap kokusu yerini rutubet kokusuna bırakmıştı. Türlü yaşamların, hikayelerin içinden gelen nesneler burada, ömürlerinin bu kesitinde sessiz bir inzivaya çekilmişti.
Emre rutubet kokusuyla naftalin kokusunun karıştığı giysi dolabına yaklaştığında, sanki bir zamanlar o giysilerin içinde bulunanların hayaletlerini yanı başında hissetti, ürperdi. Parmaklarını giysilerin üzerinde gezdirdi, nedensizce birinin üzerinde durdu, askıdan çekip çıkardı ve karşısında tuttuğu bir insanmış gibi baştan aşağı süzdü. Bu, portredeki kadının elbisesiydi. Portrede ve rüyasında aynı elbiseyle arz-ı endam etmişti.
‘‘Bahsettiğim portredeki kadın bu elbiseyi giyiyordu!’’ diye seslendi Emre heyecanla.
Adam, hiçbir fikrim yok, der gibi dudağını büzdü. Fakat bir yandan da hafif, manalı bir tebessüm takınmıştı. Emre’ye mi öyle geliyordu?
‘‘Bunu alıyorum,’’ dedi Emre.
Elbise güzelce paketlendikten sonra Emre kendini yeniden Galip Dede Caddesi’ne attı. Adımlarının onu Karaköy İskelesi’ne götürdüğünü biliyordu. İskeleye vardığında gözleri yan taraftaki balıkçı barınağını aradı fakat yerinde yeller esiyordu. Kulaklarını dolduran ney taksiminin yokluğu da cabasıydı. Üsküdar Vapuru’na bindi. Karşı kıyıya yaklaştıkça Salacak sırtlarındaki köşkleri, evleri dikkatle incelemeye koyuldu, fakat bu çaba beyhudeydi. Rüyadaki karanlık köşk gerçekte varsa veya hala ayaktaysa bile ayırt etmek mümkün değildi.
Üsküdar İskelesi’ne ayak bastığında, bu kez de adımlarının onu Salacak sokaklarına götürdüğünü biliyordu. Köşkün olabileceği mıntıkadaki sokakları yılmadan dolaştı. Kimi zaman yeni sokaklar keşfetti, kimi zaman aynı sokakları tekrar arşınlayıp durdu. Köşklerin, evlerin, camilerin, küçük meydanların, çeşmelerin, ağaçların, sokak lambalarının, bazı köşeleri döndüğünde karşısına çıkan sürpriz manzara parçalarının, sahile dek inen merdivenlerin, yolları birbirine bağlayan bitimsiz taşlı kaldırımların ahenginde kaybolurken, esrarengiz kadına ve esrarengiz köşke dair tek bir ize rastlamadı. Hava karardığında adımlarının onu kaç saattir sürüklediğini bilmiyordu. Sokak lambalarının loş ışığında, tekrar tekrar karşılaştığı evlerin insansı suretleri olduğunu fark etti. Yalnızca insanların değil evlerin de bir çehresi vardı. Pencereleri, kapıları, duvarları ve çatılarıyla bir yüz ihtiva ediyorlardı. Emre karşısına çıkan evlerin yüzlerindeki esrarlı manayı kavramaya çalışırken, evler de olanca sükunetleriyle Emre’nin yüzünü süzüyordu. Emre daha fazla yürüyemeyeceğini, eve dönemeyeceğini, ayakta dahi duramayacağını duyumsadı. Duvarında Üsküdar Mevlevihanesi tabelası bulunan avluya girdi. Mevlevihane haziresinin kenarında bir banka kıvrıldı. Haziredeki ebedi konukların yanı başında uzanırken, onların ebedi teslimiyetini duyumsadı. Bahar serinliğiyle ürperdi. Kolunun altındaki paketi açıp portredeki kadının elbisesini çıkardı ve üzerine serdi. Kadının onu yumuşacık sardığını hissederek uykuya daldı.
IV
EMRE’NİN İKİNCİ RÜYASI
‘‘İşsiz güçsüz adamlarla masal, hikaye arayanlar’’
Mevlana
Emre rüyasında karlı bir Galata gecesinde, evinin sokağındaydı. Fakat evinin olduğu yerde bir hazire ve bir çeşme vardı. Hazireyle çeşmenin arasındaki karanlık bir deliğin başında dikiliyordu. Ana rahmine dönme arzusuyla deliğin içine daldı; küçük, sessiz bir boşluk yerine büyük bir koridorla karşılaştı. İstanbul’un altındaki İstanbul’daydı şimdi. Efsaneleri nesilden nesle aktarılan dehlizlerdeydi. Meşalelerle aydınlanan dolambaçlı taş koridorların birinden çıkıp diğerine girdikçe kah ihtişamlı hazinelere ve mucizevi antikalara, kah tüyler ürpertici kafataslarına ve bir zamanlar o kafataslarına hayat veren huzursuz hayaletlere ve çürümeye yüz tutmuş birtakım tuhaf nesnelere rastladı. Bir koridorun soğuk rüzgarlar alan ucundaki delikten, bir bebeğin doğumu gibi, yeryüzüne çıktı.
Dehlizler onu karşı kıyıya geçirmişti; Üsküdar’da, Doğancılar mevkisindeydi. Çıktığı deliğin çevresine çember şeklinde dizilmiş bir grup insan, önlerindeki tuvallere resimler çiziyordu. Gece karanlığında resim çizmek ideal olmasa da, tuvallerin kenarlarındaki kandiller resimlere loş, gizemli bir aydınlık bahşediyordu. Herkes kendi portresini yapmaktaydı. Fakat tuvallerden biri sahipsizdi. Emre o tuvale bakınca tanıdık bir heyecanla sarmalandı; yeniden esrarlı kadının portresiyle göz gözeydi.
‘‘Bu portreyi çizen kadın nerede?’’ diye seslendi çemberdekilere.
Yandaki tuvalde çizim yapmakta olan kır sakallı, oval çerçeveli gözlüklü, ihtiyar adam Emre’nin yüzünü bir müddet izledikten sonra, ‘‘O kadın portresini hepimizden evvel tamamladı. Sonra portresindeki yüzünün manalarıyla yüzleşmeye dayanamayıp arkasını döndü, uzaklaştı. Nerede olduğunu artık kim bilebilir ki?’’ dedi ve sakin fırça darbeleriyle kendi portresini çizmeyi sürdürdü.
Emre, kadının portredeki yüzünün baktığı yöne, kadının portresini bitirdikten sonra arkasını dönüp uzaklaştığı yöne doğru koşmaya başladı. Esrarlı kadın her nereye gidiyorsa varmadan evvel ona yetişebilmek ümidindeydi. Doğancılar ve Salacak sokaklarında dönüp dursa da herhangi bir ize rastlayamıyordu. Yanından geçtiği bütün evler kendilerine has çehreleriyle onu izliyor, onun yüzündeki manaları arıyor ve bir yandan da sessiz bir mutabakat halinde kadim bir sırrı saklıyorlardı. Ürperdi. Karlı gecelerin şehre bahşettiği büyülü sessizlik asılıydı havada. Neden sonra, derinlerden bir ney taksimi işitir oldu. Bir umut ışığı gibi tutundu neyin ruhani fısıltısına. Sesi takip ederek neyin üflendiği kaynağa, duvarındaki tabelada Üsküdar Mevlevihanesi yazan yere ulaştı. Burada gün batımından gün doğumuna dek ney üflenirdi. Mevlevihane avlusuna girdi, avludaki küçük yapının demir kafesli penceresinden içeri baktı. Bir mevlevi göz yaşlarıyla neye üflerken, diğer mevleviler göz yaşlarıyla tefekkür ediyordu. Esrarlı kadın orada da yoktu. Emre’nin de gözlerinden damlalar süzüldü. Ruhunda biriken yorgunluğa yenik düşüp, avludaki hazirenin kenarında bir banka uzandı. Ölümle uyku arasındaki gizemli bağı düşündü haziredeki mezarlara bakarken. Ölüm de uyku da tek kişilik bir yolculuktu. Rüyaların tanığı olmazdı. Ölümün eşiğinden geçen bir ruhun tanığı olur muydu? Haziredekiler de mi uyanacaktı onun gibi bu rüyadan, yoksa o mu haziredekiler gibi mahkumdu bu uykuya? Etraftaki kızıl ve pembe güllerin üzerinde bembeyaz bir kar tabakası oluşmuştu; ney taksimi, aşağı süzülen kar tanelerinin arasından yukarı yükseliyor, gökyüzünde çınlıyordu. Emre bakışlarını göğe çevirdi. Bulutlar yoğun bir devinim halindeydi. Birleşiyor, yeni çizgiler oluşturuyor, alışılmışın dışında bir şekle giriyorlardı. Şekil giderek belirginleşti ve nihayet esrarlı kadının suretine büründü. Kadın, bulutların gökyüzüne çizdiği bir portreydi şimdi ve yine, yalnızca Emre’nin yüzündeki manaları izlemekteydi. Karlar Emre’nin yüzünü ve vücudunu bir örtü gibi yavaş yavaş kaplıyordu. Haziredeki kara toprağın altında sonsuzluğu sayan bedenlerin yanı başında, beyaz karlar altında sonsuzluğu sayan bir bedene dönüşüyordu. Kar taneleri gözlerini tamamen örtmeden önce gördüğü son şey kadının gökyüzündeki portresinin yüzündeki esrardı. Sonrası sonsuz bir beyazlık, ardından sonsuz bir karanlık, derken, uyandı.
V İKİNCİ UYANIŞ
‘‘Ne kadar zaman arayacağım seni ev ev, kapı kapı?
Ne kadar zaman köşeden köşeye, sokak sokak?’’
Mevlana
Emre esrarlı kadının elbisesinin altında gözlerini açtığında, rüyasında karlar altında gözlerini yumduğu banktaydı. Elbiseyi bir pike gibi üzerinden sıyırdığında ılık bahar sabahının pürüzsüz maviliğiyle karşılaştı. Doğruldu, mevlevihane penceresinden içeri baktı, kimseyi göremedi. Birkaç kez kapıyı tıklattı fakat cevap alamadı. Yeniden yola revan oldu. Rüyasında dehliz deliğinden çıktığı ve kendi portrelerini çizen insanlarla karşılaştığı mevkiye, Doğancılar Parkı’na vardı. Gezindi, rüyasındaki gizli deliği bulmayı denedi, çevreyi inceledi, aradığı ya da aramadığı bir ize, esrarlı kadınla ilgili bir işarete rastlamaya çalıştı fakat elde edebildiği yalnızca hiçlikti. Umutsuzluk ve bıkkınlıkla eve dönmeye karar verdi, aklına mukayyet olmak için başka çaresi yok gibiydi.
Vapur Karaköy İskelesi’ne yanaşınca, düşüncelerinin ağırlığını da sırtlanarak Kuledibi’ne çıkan yokuşu tırmanmaya koyuldu. Kulenin dibine vardığında, başını kaldırıp her zamankinden başka bir gözle baktı ona, heybetinde biriken hikayesini süzdü boydan boya. Bunca yıldır Galata’da yaşamasına rağmen nedense bir kez bile çıkmamıştı tepesine. Bir şeyler uzaksa kıymetli, yanı başındaysa hayalet gibiydi. Böyle olması mecburi miydi? İnsiyaki bir biçimde kulenin içine yöneldi, dakikalar sonra tepesindeydi. Bir müddet evvel yürüdüğü karşı kıyıda şimdi dalgın bakışlarını gezdiriyordu. Ruhu daraldı. Hezarfen gibi kanatlanıp uçma arzusu yükseldi içinde. Onun asırlar önce Galata’dan havalanıp Doğancılar’a, rüyadaki dehlizin çıktığı yere konduğu gibi; kendisi de havalanmayı, esrarlı kadının rüyadaki köşkünün balkonuna süzülerek konmayı diledi. Fakat üstünde durduğu Galata Kulesi kadar kıpırtısızdı, Galata Kulesi gibi olduğu yere mahkumdu. Esrarlı kadın da sanki Kız Kulesi’nde cisimleşmişti. Vuslatın asla yaşanmayacağı uzak, sonsuz ve sessiz bir bakışmaydı aralarındaki. İki kulenin de yalnızca birbirlerinin fark ettiği esrarlı suretleri, çehreleri, manaları vardı. İhtiva ettikleri esrar, herkesin gözü önünde fakat kimsenin görmediği bir saydamlıkla sonsuzluğu sayıyordu. Emre huzurlarından hürmetle çekilip, yeniden evinin yolunu tuttu.
Köşe lambasının düğmesine dokununca salon loş bir amber rengine büründü. Esrarlı kadının elbisesini oturur vaziyette kanepeye yerleştirdi, önündeki sehpaya bir kadeh şarap ikram etti. Kendine de şarap alıp elbisenin yanına oturdu. Nardis Caz Kulüp’ten yükselen melodiler, tıpkı köşe lambasının ışığı gibi hafifçe salonu dolduruyordu. Kadehini elbiseye kaldırdı, bir zamanlar elbiseyi dolduran kadının hayaliyle dipledi. Elbisenin eteğine başını yaslayıp kanepeye kıvrıldı. Telefonu çaldı, ekranda Lale’nin ismi belirdi. Telefonun melodisi susana dek beklerken göz kapakları ağırlaştı. Uykuya dalarken elbisenin başını okşadığını hisseti. Evet, okşuyordu. Okşamasa neden öyle hissetsin ki?
VI
EMRE’NİN SON RÜYASI
‘‘İster Attar’ın Simurg kuşunu,
ister Mevlana’nın ‘sevgili’sini,
ister Hurufilerin ‘Gizli Hazinesi’ni anlatsın,
esrar her seferinde dünyanın içine gizlenmiş bir ‘merkez’ anlamına geliyordu.’’
F.M. Üçüncü
Emre rüyasında Galata Kulesi’nin tepesine tünemiş bir kuştu. Simurg kuşunu bulma arzusuyla doluydu. İçgüdüsel şekilde karşı kıyıya doğru uçmaya başladı. Kar tanelerinin aralarından süzüldü. Kar tanelerinin denize düşüşünü, denize karışmasını, deniz olmasını izledi. Üsküdar’a yaklaştıkça alçaldı. Ahşap evlerin karlı damlarına, pencerelerin cılız ışıklarına, pervazlardaki saksılara, dar sokaklara, sessizce yürüyen insanlara, sessizce bekleyen mezar taşlarına, dalları beyaza kesmiş ağaçlara, karların sokak fenerlerinin ışığındaki süzülüşüne vakıf oldu. Salacak’taki, artık yerinde olmayan hayalet sarayı ve Topkapı Sarayı’ndan buraya sürgün edilen küskün ruhları uzaktan selamladı. Sahilde bir mücevher kutusu gibi görünen küçük cami gözüne çarptı. Sakladığı bir hazinesi var gibiydi. O hazinenin Simurg kuşu olduğunu hissetti. Vuslata kanat çırptı. Fakat camiye yaklaştığı sırada ters bir fırtına onu geriye savurdu. Yeniden vuslata kanat çırptı. Yeniden fırtınayla savruldu. Camiye konmayı ne kadar denese de fırtına ona hep engel oldu. Kalan son kuvvetini harcadığı denemede fırtına öyle kuvvetle mukavemet etti ki alabora oldu. Karların arasından göğün karanlıklarına savruldu, kayboldu, derken uyandı.
VII
SON UYANIŞ
‘‘Binlerce, binlerce sır bilinecek
O gizli yüz gösterince kendini.’’
Attar
Emre rüyasında ne kadar arzulasa da bir türlü konamadığı caminin neresi olduğunu biliyordu: Üsküdar sahilinde, halk arasında Kuşkonmaz Camii olarak da anılan Şemsi Paşa Camii. Mimar Sinan, eserini Boğaz’ın ve açık denizin güçlü rüzgarlarının çarpıştığı eşsiz bir noktaya yerleştirdiği için kuşlar buraya yaklaşamıyor, dolayısıyla cami gökyüzünün sürprizlerinden nasiplenmiyordu. Emre kendisini şefkatle uyutan elbiseye veda edip, bir zamanlar elbisenin içinde olan kadına dair bir ipucu bulabileceği umuduyla bir kez daha Boğaz’ın diğer yakasına geçti.
Kuşkonmaz Camii’nin avlusunda ılık bahar rüzgarlarının ahengi onu karşıladı. Haziredeki ölüm taşlarının aralarında yeşil dallar salınıyor, dalgalar ve güneş ışığı deviniyordu. Epeydir kütüphane olarak kullanılan medrese bölümüne girdi. Gerçekten saklanan bir hazine varsa burada olması kuvvetle muhtemeldi. Fakat o hazinenin mahiyetine dair fikri yoktu. Yüzlerce kitabın, yüz binlerce satırın ortasında, gize nasıl yaklaşacağını bilmeksizin dönüp dururken birisi sertçe omzuna çarptı. Kır sakallı, oval çerçeveli gözlüklü, ihtiyar bir adamdı. Emre’nin, rüyada dehlizden Doğancılar’a çıktığında esrarlı kadının tuvalinin yanında konuştuğu adamdı. Birkaç saniye Emre’yi dikkatlice süzdükten sonra peş peşe özürlerini sunarak alelacele kütüphaneden uzaklaştı. Kitabını düşürmüştü. Kapağında Hurufiliğin Sırları yazıyordu. Emre kitabı yerden aldı, kapağını açtı. İlk sayfada yeşil tükenmez kalemle çizilmiş tuhaf bir şekil vardı. İlk rüyasında, sahafta esrarlı kadının elindeki kitaba yeşil tükenmez kalemle bir şeyler çiziktirdiğini anımsadı. Rüyada var olan kitap şimdi bir hakikat olarak avuçlarının arasındaydı. Rüyayla gerçek arasındaki sınırlar kalkmıştı. Heyecanla kütüphaneden dışarı fırladı.İhtiyar adam çoktan sırra kadem basmıştı. Süratle, rüyasında adamla konuştuğu yere, Doğancılar Parkı’na yürüdü. Adamın izine rastlayamadı fakat onu bekleyen sürpriz başkaydı: parkın karşısındaki bitişik iki ahşap evi örten yeşil sarmaşıkların oluşturduğu şekil, esrarlı kadının yeşil tükenmez kalemle çizdiği tuhaf şeklin aynısıydı. Sarmaşıkların yanına varıp bir sihir bekler gibi onları okşadı. Bir kısmının arka tarafının boş olduğunu fark etti. İki ahşap ev bitişik gibi dursa da, aralarında sarmaşıkların gizlediği ince bir boşluk vardı. Yaprakları iki yana ayırıp boşluktan içeri girdi. Şehrin orta yerinde, girişi gizli ama kilitsiz, unutulmuş, dar bir çıkmaz sokaktaydı. Sokağın sonunda yalnız başına eski bir köşk vardı. Sokağın girişi gizli olduğundan mıdır, köşkün kapısı açıktı. Eşikten birkaç kere seslendi ama yanıt alamayınca içeri girdi. Mobilyalar, duvarlar, kapılar, vitraylar, abajurlar eski bir zamandan ya da başka bir dünyadan kalmıştı. Tozlanmalarına bakılırsa uzun süre dokunulmamışlardı. Tozlu basamaklardan üst kata tırmandı. Karşısına, bir duvarı tablolarla dolu olan küçük bir oda çıktı. Dehşetle bütün tablolarda kendisinin olduğunu fark etti. Hepsinde rüyalarındaki halleri çizilmişti: Binbavul Sahaf’ta gezinirken, Karaköy balıkçı barınağında şarap içerken, sandalda alabora olurken, dehlizi arşınlarken, Doğancılar’da tuvallerin başında dikilirken, Üsküdar Mevlevihanesi’nin bahçesinde kardan örtüsüyle uzanırken ve Galata Kulesi’nden kuş suretinde havalanırken. Rüyaların da tanığı varmış demek. Onun rüyası bir başkasının gerçekliğiymiş. Bu oda, rüyalarının hakikatte tezahür ettiği yermiş. Nefesi daraldı, odadan açılan kapıdan balkona çıktı. Ortadaki küçük masanın ortasında yarısı erimiş bir mum vardı. İlk rüyasında, esrarlı kadının silüetinin elindeki mumla balkonda belirdiğini hatırladı; sandaldan gördüğü o balkonda, kadının durduğu yerde duruyordu şimdi. Bir gün önce terasında bu yakayı seyrettiği, gece rüyasında bir kuş olarak tepesine tünediği Galata Kulesi karşıda kadim bilgeliğiyle onu gözlüyordu. Gün olanca kızıllığıyla karşı kıyıların üzerinden battıktan sonra masadaki yarım mumu yakıp tekrar odaya girdi. Odanın her köşesine serpiştirilmiş irili ufaklı mumları da yakınca, tablolar loşlukta daha da düşsel bir atmosfere büründü. Tabloların altında boş bir tuval vardı. Onunla ne yapacağını biliyordu. Tuvalin yanı başındaki boyaları palete dizip karıştırdıktan sonra fırçasını yumuşakça tuvale sürmeye başladı. Çocukluk yıllarından sonra ilk kez resim çizmesine rağmen fırçası yüzeyde kendinden emin geziniyordu. Emre görünmeyen bir elin, onun fırça tutan elini tuttuğunu ve yönlendirdiğini hissediyordu. Ürpertici ve büyüleyiciydi. Ortaya çıkmakta olan resim, Emre’nin portresiydi; esrarlı kadının portresiyle ve duvardaki portrelerle aynı üslupta şekilleniyordu. Evet, diğerlerinin ressamı olan esrarlı kadın cismani varlığından ayrılmış, loş odadaki soyut varlığıyla Emre’ye kendi portresini çizdiriyordu. Resim tamamlandıktan sonra Emre bir müddet portredeki yüzünün manalarını seyretti fakat neden sonra gördüklerine dayanamayıp arkasını döndü. Bu kez karşısındaki duvarda bir boy aynasıyla karşılaştı. Aynadaki görüntü de bir başka portre gibiydi. Artık yüzü her zamankinden başka görünüyordu gözüne. Aynadaki yüz mü hakikat aleminin yansımasıydı, yoksa aynanın içindeki hakikat kendi durduğu alemde mi yansıyordu? Kendisi aynadaki Emre’yi izlediğini, iradesiyle onun hareketlerine ya da hareketsizliğine egemen olduğunu düşünürken, aynadaki Emre tarafından izlenen ve hükmedilen kendisi miydi? Rüyayla gerçeğin sınırları gibi, gerçekle yansımanın sınırları da müphem, bulanık bir hal aldı. Aynanın iki tarafındaki Emre de karşılarındaki yüzün manalarına daha fazla dayanamayarak aynanın çerçevesinden çıkıp bilinmez gerçekliklere, muamma yansımalara yol aldı. Mehtapla denizin canlı, büyülü bir tablo gibi görünen devinimi, aynada asılı kaldı.
Mart 2024, Çankaya