ENES | Alev Şahin
…
Acımasızlık yapıyorum geçmişime. Hakkıyla üzülmedim bile üzülmekten kendimi ya alamazsam diye korkup. Sürekli bir otokontrolün sonucu bu.
Aşk olsun sana Sena…
Günlüğe kondurduğum son noktanın ardından fark ettim. Birisi cama küçük küçük taşlar atıyordu. Bir süredir vardı bu ses. Tülü aralayıp baktım. Taş atan bir çocuktu. İyice ufalmış, kara, yuvarlak yüzüyle bu soğukta tek kazaklaydı. Renkli bir süveter de giymiş kazağının üstüne ama sünmüş süveter dizlerine geliyordu. Handiyse elbise gibiydi üzerindeki. Bana gülüyordu. Çocuğa da öyle denmez ama pişmiş kelle gibi.
“Söyle ufaklık.”
“Abla uçurtmam sizin cama takıldı.”
“Hani ?”
“Öbür cama abla…”
Sesleri önceleri üzerime almamam çok normaldi. Bir süre yatak odasına atmış taşları. Oysa ben sarı kiremit tonlarındaki sevmediğim salonumdaydım Yatak odasının camından uçurtmayı tam savuracaktım;
“Abla atma. Kırılır,” dedi.
Otomatik bozuk. Çıktım kolları kabarmış montumla. Botlar kapıda, iyi ki cırt cırtlılar diyerek onları da giydim. Çocuğa uzattım uçurtmayı. Çok sevindi. Ben de arkamı döndüm tam gireceğim binaya, sorun var. Anahtarı almamışım. Döndüm baktım ufaklığa. Uçurtmanın düğüm olmuş ipiyle uğraşıyordu. Ne yapayım? Uzandım ben de ipe. O da yüzünde acıklı bir ifadeyle bıraktı elime. Çok üzülmüş bir insan edasıyla da iki kolunu yanlarına alıp omuzlarını iyice aşağı indirdi. Bu halinde bir muziplik vardı. Bir ufak kahkaha attım. İpin biraz o tuttu bir kenarından. Biraz ben uğraştım, ettim. Çözdük. Kuyruk kopmak üzereydi sağlamlaştırdım. Yorulunca birlikte yol
kenarındaki yüksek asfalta oturduk. Makarayı sardık da sardık. Bütün bunları yaparken üzerimizde bir ciddiyet vardı ve işin gerektirdiğinden fazla konuşmadık. Buz tutmuştu ufak elleri. O ellerle öyle hevesli sevdi ki uçurtmanın kuyruğunu. Işıl ışıl, kırmızılı, sarılı, morlu bir uçurtma.
“Nerde uçuracaksın?”
“Şu tepede.”
Hemen evin arkasındaki tepeyi gösterdi. Gözleri bademdi. Dönünce, komşudan çilingir aramayı düşünüp onunla çıktım tepeye. Neden yalnızsın demeye korktum. Ya üzülürse. Vardı elbet kaldığı bir yer. Ben ipi tuttum o plastik terliklerine alışık halde koştu uçurtmayla. Üç kere denedik. Her düştüğünde elleriyle başını dövüp olduğu yerde zıpladı. Neredeyse konuşmuyordu. Bu tepede her şeyi unuttum gibi. Acaba konuşamıyor mu, diye bile düşündüm. Ben de pek konuşmadım. O da benim için öyle düşünebilirdi. Dördüncü denemede arkamızdan bizi hiç üşütmeyen bir rüzgâr geldi. Üfledi, kocaman bir el oldu. Aldı, kaldırdı uçurtmayı en tepelere. Adını sordum ancak o zaman. Enes’miş.
“Enes baksana ne güzel,” dedim.
Döndü evet der gibi gözlerini açtı kapattı. Enes diyecektim ben çok ağlamak istiyorum. Yok, olmazdı.
Ben de ona kocaman güldüm. Gözlerimi göğe kaldırdım. Uçurtma gökyüzünde öyle güzeldi ki…