Morkulhani.com yazarları her ay masasını değerli okurlarına açıyor. Her ay yayın mecramızın bir yazarı tarafından 3 soru hazırlanıyor ve soruları soran dahil tüm Morkülhani’ler yanıtlıyor. Ekim ayının sorularını Ozan YÜZER hazırladı, Morkülhani’ler yanıtladı…
1) Edebiyatın hem teorik hem güncel bağlamda politikayla nasıl ilişkilenmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
Caner Bingöl: Teori ve politika hayatı anlamlandırabilmemiz adına geliştirdiğimiz bir sistematiğin parçaları. Toplumsal ilişkileri çözümleyebilme adına içerisinde çeşitli disiplinleri de barındıran önemli araçlar. Edebiyat ise teori ve politikadan kat kat fazla bir etki gücüne sahip. İnsanları etrafında toplayabilmesi de cabası. Bir örnek vermek gerekirse Bolşevik devrimi öncesi Rus edebiyatının ülkedeki ve dünyadaki etkisine baktığımız zaman teorik metinlerin çok çok ötesinde bir yankıya sahip olduğunu görüyoruz. Ekim devriminin mayasının Rus edebiyatıyla çalındığını söylesek yeridir. Toplumsal dönüşümlere doğrudan sebep olmasa da sebep olabilecek olayları, kişileri ve durumları yaratıyor.
Dilâra Caner: Her şeyin ve dahi edebiyatın da politik olduğunu düşünüyorum. Bunun için metinlerin sloganist olması gerekmez benim nezdimde. Gündelik hayatın politiğini ele alır çoğu kez, birçok edebiyat metni. Dolayısıyla poltika ile bir biçimde ilişkilenmiş olur. Ama soru eleştirel metin yazmak ile ilgili ise eğer eleştirel dil, edebiyatın zarif söz ustalıkları ve derin hikayeleri ile birleşir ve iyi işlenirse, böyle bir ederi de okumak çok lezzetli olur diye düşünüyorum.
Fırat Yıldız: Edebiyat, güncel yaşamı doğru anlatma eğilimindeyse politika ile de ilişkili olur. Çünkü yaşamın kendisi politiktir. Değişen, dönüşen dünyada geçmişteki eserlerin o güne dair anlattıkları, hala güncelliğini korur. Yaşadığımız dünyada, yer aldığımız toplumda birey olarak hayatı anlamdırmaya ihtiyaç duyarız. Bu bağlamda politik evren, sürekli olarak savaşlarla, yıkımlarla ve fetihlerle yeni bir dünya inşasına gider. Kapitalist dünyada daha korkunç bir geleceğin çağrısında bulunur. George Orwell’in “1984” ü ve “Hayvan Çiftliği” eserleri böyle dünyaların içinde yer alacağımız konumu bize anlatır. Aynı toplumla eşdeğer oluşumuzu, bizi esere bağlar ve edebiyat eserini güncelliğini korur.
Başka bir dünya mümkün, evet! Edebiyat eserlerinde başka bir dünya mümkünlüğünü aktaracak politik eserlere ihtiyaç duymalıyız. Bu politik eserler çözümleyici, yol gösterici olmalıdır.
Hasan Zan: Tarih boyunca edebiyatın politika ile iç içe olduğunu düşünüyorum. Antik Yunan’dan günümüze kadar bu ilişki hep sürdü. Çoğu yazar, politik düşüncelerini doğrudan söylemek yerine, yarattığı karakterler ve atmosfer üzerinden aktarmayı tercih etti. Ben de bunun doğru bir yaklaşım olduğuna inanıyorum; çünkü edebiyat, politikayı doğrudan değil, sezdirerek anlatabildiğinde etkili olur.
Ozan Yüzer: Politik bağlamda belirleyici bir işlevi olamasa da tavır almasını ve tarihe not düşmesini saygıdeğer buluyorum.
Tuğçe Yaşar: Edebiyatı gerçekle ilintisiz düşünmüyorum. Ernst Fischer’in sık sık dönüp okuduğum bir sözü vardır: “Çürüyen bir toplumda, sanat doğru sözlüyse, çürümeyi de yansıtmak zorundadır. Ve toplumsal görevinden kaçmadığı sürece, sanat dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım etmelidir.” Bu cümle, edebiyatın politikayla ilişkisini de açıklar nitelikte. Çünkü yazan olarak yaşamdan, insandan ve toplumdan söz ediyorsak, onu bütün gerçekliğiyle kavramak; sonra da yazınsal biçimler aracılığıyla dönüştürerek yeniden insana sunmak zorundayız. Bir yazarın, kendi çağının tanığı ve sözcüsü olduğuna inanırım. Dolayısıyla onun kelimeleri, olup bitenden, gördüklerinden, duyduklarından, yani hayatın politik ve insani dokusundan bağımsız olamaz. Edebiyat, dünyayı yalnızca yansıtmakla kalmamalı; onu sorgulamalı, dönüştürmeli, hatta yer yer ona karşı çıkmalıdır.
Bu nedenle Anton Çehov’un insan ruhunu derinlemesine inceleyen gerçekçiliğine, Saramago’nun alegorik eleştirilerine, Nâzım Hikmet’in devrimci duyarlılığına, Mayakovski’nin sarsıcı coşkusuna ve Dostoyevski’nin insanın karamsar yanına tuttuğu aynaya, yaşama kafa tutmasına selam göndermeyi borç bilirim.
Yahya Cengiz: Bence edebiyatla politika arasındaki ilişki hiçbir zaman tam anlamıyla kopmaz. Çünkü insanın olduğu her yerde güç, sessizlik, bastırılmışlık, isyan gibi kavramlar da vardır. Edebiyat bunları fark ettiren, görünmeyeni görünür kılan bir dil kurar. Ama bu ilişki doğrudan bir taraf olma meselesi değil; daha çok bir bakış açısı meselesi. Edebiyat, dünyayı sorgulamanın, itiraz etmenin, hatta bazen sadece “fark etmenin” başka bir yoludur. Benim için politik olan, edebiyatın ses yükseltmesi değil; derinleştirmesidir. Bir metin, insanı kendisiyle yüzleştiriyorsa, zaten o sessizce bir devrim yapıyordur.
2) Spinoza’nın conatus (var oluşu koruma/sürdürme eğilimi) kavramı ekseninde edebiyatın işlevselliğini nasıl bulursunuz?
Caner Bingöl: Bir insanın zor koşullarda bile hayatta kalmaya çalışması, bir çiçeğin betondan çatlayıp güneşe ulaşma çabası gibi bir kavram canlanıyor benim gözümde. Edebiyat da tam olarak benim için yaşama inadını temsil ediyor ve bunu besliyor.
Dilâra Caner: Basitçe varoluşu, hayatı sürdürme gücü olarak anlıyorum bu kavramı. Şüphesiz ki edebiyatın bu eksende hayatlarımızda payı çok büyük. Benim kendimi tanımamda, kendi hikayeme onun da ötesinde başka hikayelere yakınlaşmamda, hayatın içinde yaşama gayreti bulmamda, umut yeşertmemde payı çoktur. Dolayısıyla kendimi gerçekleştirme ve hayatımı sürdürme çabamda oldukça değerli bir yer tutuyor.
Fırat Yıldız: Kendi dünyasını bilen, anlatan, yazıya aktaran yazar yine odur. Yaşamak ayrı hissetmek ayrı yazmak ayrı…Birkaç persona yaratmaktır bu. Ama bu personalar arasında bir yakınlık olmalı, bir bağ kurulmalı. Öbür türlü edebiyat eseri sahiciliği kaybeder. Bunu bilerek, dünyada anlamlı kıldığı ne varsa, gördüğü, yaşadığı, kıymet verdiği şeylerden bahsederken, kaleme aldığında kendi benliğini de yapıtlarına aktarmaya çalışmalı.
Hasan Zan: Spinoza’ya çok hâkim olduğumu söyleyemem ama bazen yazmanın, insan için bir var olma sebebine dönüştüğünü hissediyorum. İnsan yaşadıklarıyla vardır; bunları dile getirebildiği sürece de varlığını sürdürebilir. Yazmak, bu varoluşu korumanın ve yeniden kurmanın bir yolu bence.
Ozan Yüzer: Hem conatus mefhumunun hem de edebiyatın insana içkin ve arzuya dair olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bir ve beraberdirler, edebiyat da bu hususta yaşamsal bir işleve sahiptir.
Tuğçe Yaşar: Spinoza’nın varoluşu kutsal bir yücelik olarak değil, yaşamın olağan akışı içinde kavraması oldukça öğretici. Çünkü onun düşüncesinde değer, gündelik olanın, sıradanın içinde gizlidir. Sıradanlaşmak derken bir olumsuz yönde bir eksilmeden bahsetmiyorum, aksine daha şeffaf ve daha sakin bir hâl bu. Sağaltmak…
Yahya Cengiz: Spinoza’nın “her şey kendi varlığını sürdürme eğilimindedir” fikri bana çok yakın geliyor. Çünkü insanın yazma veya anlatma isteği de tam olarak bu eğilimin bir yansıması gibi. Yazı bazen bir savunma refleksi olur, bazen de yaşadığını hatırlamanın bir yolu. İnsan, yaşadığı şeyi kelimeye dökerek tutunur hayata. Edebiyat benim için bir tür varoluş pratiği. Yani sadece bir sanat değil, hayatta kalmanın, anlamı korumanın biçimi. Her yazı, bir “ben hâlâ buradayım” demektir aslında.
3) Düşlerle edebiyat arasındaki ilişki hakkında fikriniz nedir? Gerard de Nerval sözüne atıfla, düşler ikinci bir yaşam mıdır?
Caner Bingöl: Düşlerimiz, hislerimizin imgeler topluluğu halinde bir olay örgüsü şeklinde gözümüzün önünde somutlaştığı bir filmin fragmanıdır. Hayat denen o filmin. Edebiyat da kurgu yoluyla bize oyunlar oynatır tıpkı uyurken beynimizin düşler aracılığıyla bize yaptığı gibi. Bir şarkıda da dendiği gibi “Bak ve gör yaşam düşlerdedir“
Dilâra Caner: Ben de buna yürekten katılırım. Yaşam çok coşkun ve sınırsız. Hayal gücü en büyük sihirli güçlerimizden beri. Düşler, yaşamın içinde barındırdığı yüzlerce olasılığa sonsuz olasılığı dahil eder. Ve düşün alt metninde hep umut vardır gibi geliyor bana, umut da yaşamın ekmeği, suyudur. Edebiyatla ilişkisine gelince, düş de edebiyatın besinidir. Hikayeler düşle beslenir, büyür ve gelişir. Bir kitabın isminden, kapağındaki resme kadar her yerde düş vardır.
Fırat Yıldız: Düş görmek, edebiyatta eserlerinin yaratımında daima ilham olmuştur. Rüyada; bir yüz, bir ses, bir söz, bir göz bile o eserin yaratımında etkili olmuştur. Bilinçaltımızın dünyası, bize, rüyalarda görünür olmaya çalışır.
Hasan Zan:Bence edebiyatın kökü düşlerde gizlidir. Düş kurmakla yazmak birbirine çok benzer; ikisi de insanın iç dünyasından doğar. Bu yüzden düş ile edebiyat arasındaki bağ benim için çok güçlüdür.
Ozan Yüzer: Düşlerin hayata dair sınırları ihtiva etmemesi sebebiyle hayattan daha fantastik bir hayat kurgusu olduğunu düşünüyorum. İkinci bir yaşam mıdır, kesinlikle. Edebi açıdan da son derece zengin bir ilham kaynağı olduğu aşikar.
Tuğçe Yaşar: Burada da Modigliani’nin çok sevdiğim bir sözüne ses vermek isterim: “tek görevin düşlerini korumak,” der. Düşsüz olur mu.. Ne yaşam ne yazın dünyası.. Yazı da zaten başka bir dünyanın mümkün olduğunu okuruna yansıtırken bir düşe eşlik etmiyor mu? Edebiyat da bir anlamda düşlerin de biçimlenmiş hâlidir. Gerçekliği başka bir düzlemde yeniden kurar; görünmeyeni görünür, söylenemeyeni söylenir kılar ve bunu çağlar çağlar yaşatır.. Bu yüzden düş kurmak ile yazmak arasında derin bir bağ vardır elbet. Hani düş yazının içindeki ilk kıvılcım gibidir, harflerin bir araya gelişi metin ise o kıvılcımın şekil bulması. İkinci bir yaşam değil bütünüyle bence ama yaşamla paralel bir akış hali.
Yahya Cengiz: Evet, düşler bana göre ikinci bir yaşam ama aynı zamanda unuttuğumuz birinci yaşamın yankısı da. Çünkü insan uykuda bile kendini anlatmaya devam eder. Edebiyat da aynı yerden doğuyor bence: bilinçaltından, bastırılmış olanın içinden, gündüzün gölgesinde kalmış o imgelerden. Gerard de Nerval’ın sözü çok yerinde; çünkü düşler bizi bizden daha iyi tanıyor. Edebiyat da o düşlerin diliyle konuşmaya çalışan bir çabadır. Bazen bir cümle, bir rüyadan daha gerçek gelir. Çünkü edebiyat, düşleri yazıya çevirmenin sanatıdır. Rüyada gördüğünü anlamaya çalışırsın; edebiyatta gördüğünü anlatmaya.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...