İÇİMDEKİ KARANLIK | Faruk Yorgun
Zifiri karanlık bir gecenin tam ortasında zihni ve kalbi dışarıdan daha karanlık bir haleti ruhiye içerisindeyim. Her gece bu kadar karanlık olmaz; gerçi olsa da aydınlık bir sabahı muhakkak olur. En azından şimdiye kadar hep olmuş. Peki ya zihnim ve kalbimdeki karanlık, neden bırakmıyor peşimi, neden onun da bir aydınlık sabahı olmuyor? Bir sabah uyansam ve bunun karanlığın hüküm sürdüğü bir kâbus olduğunu öğrensem. Ah, ne güzel olurdu! Pamuk gibi hafifler, aydınlığın tadını doyasıya çıkarırdım. Neme gerek karanlık! Deliler gibi aydınlıkta boğulmak varken neme gerek karanlık! Beyhude… Bu karanlık sırtımda bir kambur. Benden bir parça ama varlığını en çok hissettiğim parçam.
Şikâyet ediyorum sanmayın. Yo yo yo! Asla öyle düşünmeyin. Şikâyet etmeyi bırakalı bir hayli zaman oldu. Sadece bu karanlıkla ne yapacağımı bilmiyorum. Bütün meselem de bu. Karanlığımla ne yapacağımı bilememenin acısını, sancısını yaşıyorum. Dahası, bu durumu birkaç kez kafam önüme eğik bir vasiyette anlatmaya çalıştım çare bulunur diye. Nafile! Kafamı her anlatımdan sonra kaldırıp anlattığım kişinin gözlerine bakarak medet ummaya gelince, onların anlatılan şeyi anlayan gözlerinden çok anlamayan ve anlatılan şeye hayran kalınan gözlerini gördüm. İçinde bulunduğum durumu anlatmaya çabaladığım ve özenle seçtiğim kelimeler, onlar için sadece deneyimlenmemiş ama kulağa hoş gelen bir senfoniydi. Bu senfoninin nağmeleri onlar için tumturaklıydı. Çok arzu ettim beni anlayan bir göze denk gelmeyi ama sonuç şimdiye kadar hiç değişmedi. Artık eskisi kadar çok anlatmıyorum diyeceğim ama benim dilime dökülen kelimelerin mürekkebi bu karanlığın kendi olmuş. Anlayacağınız aslında anlata anlata bu halin adamı ya da adamı olduğum halin anlatıcısı olmuşum. Bu hali fark ettiğim andan itibaren şikâyet etmeyi bıraktım. Saldım kendimi o karanlığın dehlizlerine. Belki oradadır derdimin dermanı diye.
Dostum, arkadaşım, yol arkadaşım olanların hepsi beni tam da bu karanlık yönümden dolayı seviyor ve sayıyorlardı. Canları her sıkıldığında, anlatmak istediklerinde, gündelik yaşamın küçük ama büyütülmüş dertleriyle dertlendiklerinde şifa veya telkin niyetine iki çift tumturaklı kelime dinlemeye bana gelirler. Gariptir ama her seferinde arınarak giderlerdi ve halen gelip gidiyorlar. Kafaları karışır, ruhları diner ve en nihayetinde şad olurlar. Oh be! İyi ki sen varsın! O kadar iyi anlıyor ve o kadar güzel konuşuyorsun ki bir yerden sonra takip etmeyi bırakıyor zihnim ve bir müzik tınısı gibi gelmeye başlıyor! Oysa bu övgülerin hepsinin bana hissettirdiği şey kullan-attan başkası değildi.
Depresif veya kafayı üşüten kişilerin ortak özelliği nedir biliyor musunuz? Evet, birincisi içinde bulundukları durumu kabullenmezler. Birileri onlara, o durumu ima ettiklerinde bile çok ciddi savunmaya geçerler. İkincisi ise anlaşılmadıklarını düşünürler. Kendimle çelişerek söyleyeyim doğru anlatıldığında anlaşılmayacak ne var ki? “Bazı şeyler vardır ki doğru anlatılsa bile anlaşılmazlar!” minvalinden itirazınız kulaklarımı çınlatıyor. Evet haklısınız. Ben de sizin gibi düşünüyorum. Sadece kulaklarımın pasını attıracak bir şehir dolusu, ülke dolusu, dünya dolusu bir bağırmaya ihtiyacım var. Anlayacağınız yine kandırmayı başardım sizi! Amaann! Siz de kanmaya yer arıyorsunuz! Ha bu arada ben ne depresyondayım ne de kafayı üşüttüm! Sadece biraz fazla karanlığım.
Efendim? Ne tür özellikleri mi var bu karanlığın? Hımm! Güzel soru. Hep karanlık diyorum ama ne dediğimi tam izah etmiyorum. Oysa ben defalarca anlatmıştım size. Gerçi siz de dinlemek yerine hayran kalmayı tercih ediyorsunuz. Çoğu zaman dinlemiş gibi yapıp uzun uzun dinledikten sonra hiç susmadan konuşmayı tercih ettiğiniz için size hep aynı şeyleri anlattım. O kadar çok anlattım ki bazen zihnim susuyor, dilim kendiliğinden kelimeleri aynı sırayla anlatıyordu. Yani anlayacağınız bir tane hikayem var. Hep onu anlattım ve seyircisi hiç eskimedi bu hikâyenin. Lan ne ekmeğini yedim bu hikâyenin! Karanlığım, karmaşık ve anlaşılmaz olduğundan değil muhtemelen kendisini iyi dinleyecek kulaklar ve kavrayacak zihinlere temas etmediğinden bu kadar iş yaptı!
Ben Alman mahallesinde Türk, Türk mahallesinde Kürt, Kürt mahallesinde Zazayım! “Türk’sün, Kürt’sün, Zaza’sın ama olsun” hakaretini övgü olarak kabul etmeyi öğreneli baya oldu. Yani anlayacağınız bu karanlığın en belirgin yönü, size yabancı olma duygusunu hissettirmesidir. Yabancı olanın ne ırkı ne dini ne dili ne de yurdu olur. Hepsinden biraz olur ama hiçbiri tam olmaz. Bir şeylere ait hissetmeme duygusu, içinde bulunduğunuz her ortamda yabancılaşma hissiyle baş başa bırakır. Bazen o kadar yabancılaşırsınız ki içinde bulunduğunuz anlık durumu bir film gibi izlersiniz. Aynı anda asıl ben filmim baş veya yan rolünü oynarken yabancılaşmış ben izleyici koltuğunda patlamış mısır yiyerek kendini izler.
Efendim? Acele etmeyin! Aklıma geldikçe diğer özelliklerini de anlatırım. Bir düşüneyim! Yaptığı şeylerin çoğunda yetenekli, bunun farkında ama bu yeteneklerinin neredeyse hiçbirini kullanamamak. Evet, bu karanlığın bir özelliği de bu farkındalıktır. Yaptığınız hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz. Aslında çevrenizdeki birçok insan yaptıklarınızdan övgüyle bahseder, örnek olarak gösterir; ama siz aslında yapmış olduğunuz şeyin yavan olduğunun ve çok ama çok daha iyisini yapabileceğinizin farkındasınız. Bu övgüler, boğazınızda düğümlenir midenize inmez. Öksürmekten bir hal olursunuz. Bu öksürüğün şurubu veya devası gerçekten iyi yapabildiğiniz bir şeyin olmasıdır. Sorarım size, yaptığınız her neyse yapabileceklerinizin en iyisi mi? Bu geçici hayatta enerjinizi en doğru şey için mi harcıyorsunuz? Ben mi? Galiba… galiba’sı fazla ne yapabildiğim şeyin en iyisini yapıyorum ne de enerjimi doğru şeyler için harcıyorum. Daha da kötüsü gerçekten ne istediğimi bilmiyorum. Zengin ya da sefil bir yaşam mı? Kariyer mi, aylaklık mı? Bilmiyorum. İnsan, hep içinde bulunduğu koşulların dışında mutlu veya daha iyi bir yaşama sahip olabileceği yanılgısı içinde yaşar. Ancak her elde edilen koşul, belli bir noktadan sonra normalleşir ve normalleşen şey bayağılaşır. Doğal olarak, başka koşullar yeniden istenmeye başlanır. Anlayacağınız kısır bir döngü yanılgısıyla geçiyor yaşam. O zaman geriye ya içinde bulunduğumuz ama farkında olmadığımız koşulları bu döngüsellikte yaşamak ya da bu koşulların farkına vararak, hakkını vererek, bu döngüselliği kırarak yaşamaktan başka bir şey kalmıyor.
Mesela ben, karanlığımdan kurtulursam daha iyi olacağımı düşünüyorum. Doğrusu her zaman değil. Çünkü ben, aydınlık dolu bir ruhun ve zihnin ne olduğunu bilmiyorum ki. Bilmediğim bir koşulda daha iyi olacağım yanılgısına nasıl kapılabilirim? Ne yani, “karanlığım benim” deyip sarılıp kaderimi mi seveyim? Hayır, elbette onu yapmayacağız. Aslında bir taraftan da bu fikir makul geliyor. Yaşamında her ne olursa olsun kaderimdir der sineye çekersin ve böylelikle kafan daha rahat olur. E böyle yaşayanlar var hem de çok ama ben böyle diyerek yaşayamam ki. Neden mi? Kafamın içindeki müsaade etmez de ondan. O, sevmez öyle her şeye kaderimdir demeyi ama keşke sevse. Çünkü kaderimdir diyen adam, bir tercih yapıyor ve bunun sonucunda çıkan şeye kaderimdir diyor ve bu minval üzere yaşıyor. Bakmayın o farkında değil, zannediyor ki her tercihi önceden belirlenmiş ve o da sadece bu tercihleri yaşıyor. İyi ki bunun farkında değil yoksa o da çok huzursuz olurdu. Off! Yine çelişkiler içinde kaldım öylece! İçimdeki karanlık, sen yaşamının tercihlerinin hâkimi değilsen sana sunulan koşulların kölesi olursun diyor! Başka bir türlüsü için insan niye yaşar ki?
Öyle mi? Çok mu sıktım? Hani sıkılmazdınız, beni dinler gibi yapıp dinlemezdiniz. Hep öyle yapıyordunuz ve bu kez dinlediniz mi? Ne? Daha da kötüsü anladınız mı? Yani beni anlıyorsunuz öyle mi? Hadi be oradan! Bu kadar basit olacağını bilsem daha önce denerdim bu yolu. Hay Allah! Demek insan yazınca her şey anlaşılıyor ha? Vay be! Neler çekmişim bunca zaman! Bir dakika, yazdıklarımı mı anlıyorsunuz dediniz? Ama ben sizinle konuşuyorum, yazmıyorum ki! O anda zifiri karanlığımın içinde bir başıma olduğumu fark ettim ve karanlıksın ama olsun deyip uyuyuverdim!