SON 200 METRE | Caner Bingöl
Çarşamba’dan kalma bayat ekmeğinin arasına buzdolabında kalan son iki hormonlu domatesten birini ve plastik beyaz kutusunun dibinden sıyırarak çıkardığı beyaz peyniri sürdü. Sağa sola akmasın suyu diye iyice sarıp sarmaladıktan sonra çantasına koydu. Sandviçini yanına alması ile kapının eşiğinden ayağını dışarı atıp çıkması bir oldu. O gün asansörü kullanmadı. Birinci katta otursa bile apartman aidatının hakkını verebilmek için asansörü kullanırdı. Ayakkabılarının bağcıklarını bağlamayı unuttuğunu farketti. Durdu ve ilk taksidi ekstresine yeni düşen ayakkabılarının bağcıklarını süratle bağlayarak merdivenlerden koşar adım aşağıya inmeye başladı. Kendini sokağa atmıştı. Bağcıklarını düzgünce bağlayıp bağlamadığını son kez kontrol ederken bağcıkların yıpranmış olduğunu farketti. Halbuki işten eve gelip gidiyor, başka bir yerde giymeye fırsat da bulamıyor dolayısıyla fazla kilometre de yapamıyordu ; Bağcıkları ne ara bu kadar yıpranmıştı, hayret etti. Ömrünün en uzun 200 metresinde yürümeye başladı yine, her sabahın köründe yaptığı gibi.
Servisi yakalayabilmek için evinin önünden servisin geçtiği ana yola kadar yürümesi gerekiyordu ve ana yola yürüyerek varması normal bir tempo ile 4 dakika kadar sürüyordu. İşyerinden arda kalan vakitlerde yorgunluktan yapmaya fırsat bulamadığı sportif faaliyetlerinin acısını da o 200 metrede çıkarıyordu bu sayede.
Servisin gelmesine 15 dakika vardı.
Acele etmek onun için bir hayata tutunma refleksiydi, yeterli vakti olsun ya da olmasın. Ne de olsa bi keresinde servis minibüsünün üzerinde ‘servis bekletilmez, beklenir’ gibi anlamlı bir yazı okumuştu. Hem sabahın köründe insanın bekleyecek başka bir sebebi de pek olmazdı.
Gözünde o kadar çok büyütürdü ki olur da servisi kaçırırsa dünyanın sonu gelirdi, buzullar erirdi, kıtalar birleşirdi, zombiler şehri istila ederdi, yer ile gök birleşirdi.
Kuşların orkestrası herkesten evvel mesaisine başlamıştı ve gökyüzü, camları beş dakika önce silinmiş AVM’ler gibi berraktı. Üçüncü ve son taksidini henüz ödediği polarize güneş gözlüğü ile şöyle bir yukarı doğru bakması, bulutların gökyüzünde çözümsüz denklemler gibi sıralandığını farketmesi için yeterli oldu. Bulutları kendi kararsızlıklarıyla baş başa bırakmıştı bırakmasına da habire yerden çıkıp kaybolan buhar da neyin neyin nesiydi böyle?
Nefesi daraldı.
Nefesi kolay kolay kesilecek bir yaşta değildi. Sigarayı tek tük içerdi, iki haftada bir halı saha maçına çıkar; defans arkasına sarkar gollerini sıralardı, her sabah son 200 metreyi rakipsiz yürürdü. Hatta her sabah apartmanda aynı saatlerde işe giderken karşılaştığı bankacı Kadir bey apartmandan aşağı inip arabasına binene, kontağı çevirip asfalt yoldan köşeyi dönene kadar o yürüyerek ana yola çoktan varmış oluyordu bile.
Serin sabah rüzgarı burnuna davetkar bir koku taşıdı. Bu Arap Yasemini’nden başkası değildi. Kokusunu daha da yakından içine çekmek için yaseminin yanına gitti ve yüzündeki maskeyi indirip 5 dakika boyunca soldan sağa burnuyla etrafı tarayarak yaseminin çekici kokusunu içine çekti. O an farkına vardı ki nefesini eksilten ve güneş gözlüğünü buğulayan şey yüzüne taktığı cerrahi maskeydi.
Yol üzerinde bulunan üç katlı bir apartman bahçesinin demirlerinde sarmaşık güllerin içtimaya dizildiğini gördü. Yasemine bir buse kondurup vedalaştıktan sonra yolun karşısına geçti ve maskeyi tekrar çene hizasına çekip burnunu bu kez de güllerin arasına daldırdı.
Hepsi havaya aynı kokuyu veriyordu, her birini ayrı ayrı koklamak lazımdı çünkü hepsinin selamını almak çok önemliydi.
Birini bile es geçip küstürmemeliydi.
Servisin gelmesine 5 dakika vardı.
Bankacı Kadir bey de 2004 model Renault Clio’su ile çoktan köşeyi dönmüş olmalıydı, bu saatler onun saatleri de değildi.
Sabahın ilk ışıklarıyla güneşten daha fazla parıldayan uzun ve dümdüz saçlarıyla aklında güçlü bir imgeyle duran o meçhul kadın da henüz yoldan geçmemişti. Sekmezdi, her sabah sekizi üç geçede karşıdan karşıya geçerdi. Hasta mı olmuştu acaba, o gün geçmediğine göre işe gitmemiş, işyerinden izin almış olmalıydı.
Bi an düşündü; belki de işe geç kalmamasını disiplinine değil, meçhul kadına karşı içinde günden güne büyüyen tutkusuna borçluydu. Hem işe giderken o telaşla aldığı nefesi bile düşünmeyen bu adam nasıl olur da hayatının en stresle yürüdüğü 200 metresinde Arap Yasemin’ine, sarmaşık güllere selam eder begonvillere göz kırpar olmuştu.
Ne olmuştu da her gün yürüdüğü 200 metrelik yolun her detayı içinde zincirleme bir isim tamlaması gibi birbirine ait ve tek sıra biçiminde hayatını tarifler olmuştu?
Saatine bakmadı. ‘Çiçekleri koklamakla oyalansam bile servisin gelmesine bir kaç dakika daha zamanım kalmıştır’ diye düşündü.
Durağa gelmişti artık. Kolunu kaldırıp saatine baktı; evet ucuzdu ama saati hiç bir zaman yanlış göstermezdi. Askerdeyken de hiçbir sabah içtimasını sektirdiği olmamış, onu hep zamanında uyandırmıştı.
Servisin gelmesine 1 dakika vardı, rahatladı.
Servisin gelmesine hiç dakika yoktu, gerildi.
Nihayet sabah kasvetinin içinde beyaz bir servis minibüsü belirmişti. Uzaktan iki sarı nokta olarak seçilen minibüs, gözle seçilecek mesafeye kadar gelmişti.
Gelen minibüsü kendi servisi sanmıştı ama gerçek öyle değildi. İçine bir anda kurt düşüverdi.
Servisin tekerleği mi patlamıştı? Aküsü bitmiş olabilir miydi? Çevirmeye takılmış olabilir miydi? En iyisi beynini kemiren sorular yığınından kurtulmak için birkaç saniyelik bir telefon konuşması yapmaktı. Telefona davranıp servis şoförünü aradı.
30 saniye süren telefon konuşmasından sonra dünyanın sonu gelmişti, buzullar erimişti, kıtalar birleşmişti, zombiler şehri istila etmişti, yer ile gök birleşmişti, başından aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Duraktan erken geçtiğini söylemeye çalışıyordu servis şoförüne ama o da ısrarla tam zamanında geldiğini ve kimseyi göremediğini hatta biraz da durup sağa sola bakındıktan ve artık gelmeyeceğinden emin olduktan sonra tekrar harekete geçtiğini savunuyordu.
Dik kafalı servis şoförünü ikna edip etmemenin kendisine hiç bir faydası olmayacağını anlayana kadar on dakika geçmişti. Ne yapıp edip mesaisine saatinde gitmeliydi. Hiçbir zaman işe gecikmemişti. Patronunun kendisi hakkında çalışkan, disiplinli biri olarak sağda solda bahsettiğini duymuştu bir keresinde. Bu sebeple kredisi yüksek olmalıydı ama yine de sicilini bozmaya niyeti yoktu. İnsanüstü bir çaba ortaya koymalı, ne yapıp edip mesaiye zamanında yetişmeliydi. Ancak işine toplu taşıma kullanarak tam zamanında varabilme ihtimali, yaz günü kırmızı kar yağma ihtimali kadardı. Gerçeği kabullenmek zorundaydı ve hiç tecrübe edemediği “olan oldu, gerisini düşünme” modunda bir boş vermişlik hissiyle tanıştı. Bundan irkilse de kendisini rahatlatmak için böyle düşünmeye alışmak zorundaydı. İşinde gücünde diye tabir edilen insanlardandı. Kendisine ve işine saygısı ile tanınırdı.
Herkes gibi onun da hayatını sürdürebilir kılmak için düzenli bir işte çalışmaya devam etmesi bir ihtiyacıydı. Hele ki tüm dünyayı saran şu salgın belası nedeniyle pek çok sektör durma noktasına gelmişken ve işten çıkarma mevzuları sağda solda çok sık konuşulur olmaya başlamışken. Ufak da olsa aklına gelir gibi olmuş, işini dürüst ve fedakar bir biçimde yapıyor olmanın verdiği özgüvenle bu ihtimali aklından çıkarmıştı. Hem çalıştığı sektör tekstil sektörüydü ve firma maske üretmeye başlamıştı ve işlerin olumsuz yönde etkilenmesi şöyle dursun üretim kapasitesi normal zamanlara göre iki kat artmıştı.
İşe bayağı gecikmişti, 1 saat 35 dakika kadar olmuştu mesai saatinin üzerinden geçeli.
Ve beklediği soru gecikmedi:
-Nerde kaldın?
-Servis erken geçti.
– Erken geçtiyse bu insanların tamamı neden seninle aynı servise binip de işine zamanında gelebildi?
– Herkes o gün biraz erken çıkıp tesadüfen servisi yakalamış olamaz mıydı? Hem yalan mı söylüyorum ben? dedi çıkışıp.
Biraz vitesi yükseltmişti, sesini de öyle. Çünkü aşırı haklıydı, bu kadarı fazla insafsızlıktı, yalancılıkla suçlanması da cabası.
Kaç senelik çalışandı, bir güne bir gün kimseye yalan söylememiş, sesini yükseltmemiş, işe geç kalmamıştı.
Servis şoförüne de sordu müdür, telefonunun hoparlörünü açık bırakarak.
Kendisine sabah telefonda söylediğini müdüre de tekrar ediyor, kendine ait hiç bir noksan durum yokmuş gibi tam gaz konuşuyordu hala. Vaktinde geldiğini, geldiğinde kimsenin olmadığını hatta belki gelir diye geç kalmak pahasına 5 dakika da üstüne beklediğini araya sıkıştırıyordu. Bu kadarı da kuyruklu yalandı artık.
Kendisini tutamadı.
-Yalancı, şerefsiz adam, diye bağırdı.
-Bir dakika sakin ol, dedi idari amiri.
Onu ilk kez böyle görüyordu, personelinin içinden çıkan canavara şaşırmıştı. Onu o haliyle tanıyamamıştı bi an.
– Tamam sen şimdi geç işinin başına, daha sonra konuşacağız bunları, dedi.
Atölyeye girdi makinesinin başına oturdu. Ayarında sinirlenmeyi bilmiyordu, hiç bir zaman da öğrenemeyecekti çünkü hayatını hep sakin ve bildiği doğrulardan ayrılmayarak yaşamış, bugüne kadar doğrularına da kimse müdahale etmemişti. Aslında kimsenin umrunda olmamış da olabilirdi. Bu ihtimali düşününce içi burkuldu. Bu dünyada sanki annesinden başka hiç kimse varlığından haberdar değilmiş gibi hissetti.
Sinirleri bozulmuştu bir kere. İşine konsantre olmakta zorluk yaşıyor, her dikişi itişinde -şerefsize bak bi de beklemiş beni, ağzına sı.tığım- diyordu.
Narin, dikkatli ve incelikle yapması gereken dikişi kaba ve ölçüsüz yapmaya başlamıştı elleri sinirden titreyince. 5 dakika dinlenip kendine gelmek için atölyenin arka bahçeye açılan kapısından dışarı çıktı. Yangın merdivenlerinin dibindeki ızgaralarının oraya doğru gitti, cebinden çıkardığı paketten bi dal sigara aldı. Sigara elinden düşecek gibi oldu. Tıpkı elinden kayıp gidecekken yakaladığı hayatı gibi sigarayı da son anda yakalayarak yere düşmekten kurtarmıştı. Titreyen ellerine rağmen ağzına götürmeyi ve çakmakla yakıp tutuşturmayı başarmıştı. Çalıştığı organize sanayi bölgesinde fabrikaların bacalarından havaya karışan dumana benzer bir kareografide hareket ediyordu ağzında tüttürdüğü sigaranın dumanı.
Dudak tiryakisi sayılırdı ama avluda içtiği içine en fazla çektiği sigaralardan biri olabilirdi.
Bir anlığına sabah kokladığı yaseminin ve gül sarmaşığının kokusunu, güneşten parlak saçlarıyla her sabah tek kişilik dev kortejle önünden geçen meçhul kadını duyumsamıştı. Bir süre sonra ellerinin titremesi bir nebze de olsa geçmişti. Nefesi olağan ritmine dönmeye başlamıştı.
Tekrar makinanın başına geçti, zorlu şartlarda kendisini hayata bağlayan tüm sebeplere teşekkür etti. Çiçekdağı’nın oralar gibi değildi buralar demek ki, rahmetli babası ” böyükşehirin kurdu da çok olur oğul ” dediydi de pek inanmadıydı. Makineye eli giderken babasının bu cümleleri düştü aklına nedense. İçlerinde yeni de değildi ama yeni hayatın acemisi olduğu kesindi.
O unutsa bile şehir hatırlatıyordu kendisini.
Ne yapsın yaşamak gerekti, çok uzun günler boğucu akşamlar geçirecekti, alın yazısının bütün sınavlarına sabırla katlanması gerekirdi.
Bitmek bilmeyen bir iş günün sonuna gelmişti nihayet. Asıl mesai bundan sonra başlıyor gibi hissetti. Son bir sınavı daha vardı önünde aşması gereken.
– Sen bekle, bir yere gitme dur konuşalım- dedi müdür.
Bir yere gitmedi, durdu ve konuştular.
Hayatında hiç duymadığı şeyleri duydu, “küçülme” diyordu, “daralma” diyordu, “tasarruf tedbiri” diyordu, “muhasabeye git” diyordu. (Sen onu küllahıma anlat, cayır cayır maske üretiyoruz dedi içinden.) Hakkında hüküm çok önceden verilmişti.
Bahanesi bekliyordu ve o bahane de gelmişti sanki.
-Nasıl yani? Bir daha gelmeyeyim mi diyorsunuz siz?
-Malesef. Üzgünüm, dedi.
Yüzünde gram mimik yoktu.
-Ne yani işe ‘geciktim’ diye mi böyle yapıyorsunuz?
-Hayır. Onun için değil elbette. Müşteriden de çok şikayet aldık dikimlerinizle ilgili, bugün yaptıklarınız da bardağı taşıran son damlaydı, dedi.
İfadesiz yüzünde gözlerini sakındı.
Oturma organından bahaneler sallıyordu havaya müdür. Hepsini salladı mı diye bekliyordu, sinirleri bozulmuştu.
Kapıyı çarptı ve çıktı.
Kadıköy – Beşiktaş vapuruna binerken içinden konuşmaya başladı:
“Akbilin sesi ne kadar da hüzünlüymüş lan. Martılar bana ağıt mı yakıyor, hiç böyle garip sesler çıkarmazdı bu şapşikler. Al işte rahmetlinin dediğine geldin beyefendi dedi kendi kendine kızmaya başladı. Çok dediydi de inanmadıydım, para harcar gibi insan harcarlar oralarda oğul derken babam .
Ruhun şadolsun, elleri öpülesi babam.” Yaşarken pek öpüp başına koymadığı o elleri özleminin kudretiyle zamanı zihninde geri sarararak öpmeyi başarmıştı.
Son 197 lirasının 3 lirasıyla iki simit aldı. Birini kendisi yiyecek, diğerini arkadaşına verecekti. Dikişlerini kendi diktiği beyaz cerrahi maskesini indirmiş, ilk simidi ısırıp bitirmişti ama bu onun açlığını bastıramamıştı. Yine de ağzındaki susamları eliyle sirkeledi sofrayı toplar gibi ve yüzüne cerrahi maskesini geçirdi. Umarım rüzgardan uçmaz da maske takmadığım için para cezası yemem diye düşündü, bu ihtimalin önüne geçmek için bir eliyle maskeyi bir kenarından tuttu. Diğer eliyle de kalan simidi parçalara ayırarak denize attı. Hepsi suya düştü. Elinde son bir parça simit kalmıştı. Fırlattı tüm umutlarını denize doğru, elinde kalan son parça simide yükleyip. Simit havada süzüldü, süzüldü, süzüldü, süzüldü. Denize düşüyordu, suya düşüyordu öbürleri gibi. Olsun önemli olan düşüşü değildi, suya çakılışıydı.
Suya düşmek üzere olan bir parça simidi alçak uçuş yapıp tek hamlede yakaladı hayat denen martı.
Sorti yapıp sonsuzluğa doğru uçtu.
Çok sonra öğrendi suya düşse de suyun üstünde kalırmış ve ıslansa da martılar gelip onu alırmış.
Meğer metropol çocuklarının bilip de Çiçekdağlı’ların bilemediği sır bu imiş.
Yeni öğrendiği sırnan suya düşse de kaybolmayan ama fena halde etrafa dağılan umutlarını toplayacaktı bi ara.
Ama önce kazan dairesine dönen kafasını toplaması gerekiyordu.
Son 200 metredeydi yine, ev bir serap gibi yakın, ev bir serap gibi uzaktı. Arap Yasemini ve sarmaşık gül selamını verdi yine.
Beynine reset atabilmek için uyudu ve uyandı. Tüm bu başına gelenlerin uyanınca geçen kötü bir rüya olmadığına da iknaydı artık. Kavanozda kalan üç beş kaşık kahveden bir kaşık alıp ketılda kaynattığı sıcak suya boşalttı, zift gibi kahvesini yudumladı.
Apartmanda Bankacı Kadir bey’e yine rastladı. O arabasına binmeden yine asfalt yola ondan önce vardı. Çiçeklerin kokusundan yine bir nefes aldı.
Kravatını gevşetti gömleğinin bir düğmesini daha açtı ve saatine baktı. Neon ışıklardan, balık istifi kalabalıklardan, uzun beton bloklardan yapılma sahtekar şehirde bir hakikat olarak kalmak istedi ve fırlattı elinde tuttuğu taşı servis camına. Sol dış dikiz aynasını uçurmuştu. Akbilin sesi ne kadar acıklıysa patlayan dikiz aynasının sesi de o kadar neşeliydi. Tatminkardı. Tam isabet ettirmişti; bakıldığında arkasını gösteremeyen bozuk bir aynanın orada durmasının bir anlamı yoktu. Hem şoförün de bir günahı yoktu. Bakıp da görmek istemiş ama aynanın azizliğine uğramıştı belki de. Onu da bu dertten kurtarmıştı. Ayhan abi iyi adamdı, onu da severdi ve işini kaybetmekten çok korktuğunu da biliyordu. Yeni kredi çekmiş oğlanı yeni evlendirmişti. Bi keresinde anlattıydı.
Elçiye zeval olmazdı, onlar konuyu biliyordu.
Cevaplanması gereken bir sürü sorusu vardı ve hepsinin farkındaydı ama üzerinden bin ton yük de biraz önce kalkmış gibiydi ne ilginç. Bu sahtelikler çağında ufak bir nokta olarak da olsa bir hakikat olarak kalabilmişti.
Şimdi gidip dinlenebilirdi, bir gece önceden yıkayıp ütülediği beyaz gömleğinin yakası terden ve kirden mahfolmuştu. Mesaisini hakkıyla yerine getirmiş olmanın gururuyla gerisin geri dönüyordu evine. Hem iyi dinlenmeliydi yarın daha zorlu bir mesai onu bekliyordu. İçini kemiren sıkıntı bitti, söylene söylene yürüyordu 200 metreyi.
“Aslında korkulacak hiçbirşey yoktu ortalıkta, her şey naylondı o kadar…”