‘YER DEĞİŞTİREN SULAR’; PELİN BUZLUK İLE SÖYLEŞİ
Merhabalar, söyleşi talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.
Sizleri yayın mecramızda ağırlamak bizim için özel ve keyifli. Eylül 2023’te çıkan son kitabınız “Yer Değiştiren Sular” ı da tıpkı diğer kitaplarınız gibi bir solukta okudum ve herkeste kendi anlamını bulduğu gibi bende de birtakım duyguları yeniden harekete geçirdi. Bunların neler olduğunu birkaç kelimeye sığdırarak anlatmak elbette mümkün değil ancak ben okuyucularımıza veya kitabı henüz edinemeyen okur adaylarına biraz bahsetmek isterim. Bence bu kadarı bile okuyucu adaylarını heyecanlandırmaya yetecektir ve okuyanlarda da müşterek duyguları canlandıracaktır.
Biraz sonra Soru/Cevap faslında kitabınızda yer alan öykülere ve öykülerin iç dünyalarına doğru daha da derinleşeceğiz elbette. Ama öncelikle kitaba dair ufak notlarımı paylaşmak isterim. Okuyucunun kitap biter bitmez içinde mayalanan ilk hissini daima çok önemserim. Bir aracı yoktur kitapla aranızda ve tamamen onunla baş başasınızdır. Kitap bitene kadar sizin yanınızdadır, size dost olmuştur ve bitirip kapağını kapattığınızda ise elinize ilk aldığınızdaki gibi değildir artık. Siz de aynı insan değilsinizdir zaten. Aranızda inkar edilemez bir bağ oluşmuştur haliyle. Alıp kitaplığınıza koyarsınız belki ama onu bünyeniz bir biçimde çoktan öğütüp kendi yapısına katmıştır bile. Kitabın zihninizde yarattığı bu yansımayı yalnızca kendiniz görürsünüz ve kalbinizde yarattığı titreşimlerin sesini yalnızca kendiniz duyumsarsınız. Kendine has bir deneyimdir ve de kişiseldir velhasıl.
Konuşur sizinle o deneyiminiz daima ve kitaba dair bir inceleme yazısı okumak veya bir söyleşi dinlemekten çok daha sahici bir histir içinizdeki sesle konuşmak. Durup dinlemeyi bilirseniz size çok daha fazlasını söyler. Bu sebeple bu söyleşiyi kendi deneyimimden yola çıkarak hazırlamak, o hissin zihnimde açtığı pencerelerden dışarıyı seyretmek istedim. “Yer Değiştiren Sular”ı bitirip kapağını kapattığımda içimde mayalanan ilk hisler şunlar oldu;
Ölüm, dayanışma, dostluk, aşk, özlem ve toplumsal çürüme, liyakat, ve ‘çokkültürlülük’e dair oldu. Gerek hikayelerin kurgusu gerekse karakterlerin adları ve birbirleriyle ilişkileri bu çıkarımı yapmama vesile oldu. Kitabı okuyan başka okuyucularımız bu çıkarımların bazılarını veya birçoğunu çıkarmamış olabilir veya siz kaleme alırken aynı saiklerle ele almamış da olabilirsiniz. Böyle bir durumda bilin ki benim hayal gücüm bir yerlerde dolaşmaya çıkmış, bayağı uzaklara açılmış ve henüz yerine dönmemiştir, diyerek şimdiden affınıza sığınmış olalım. Umuyoruz ki fazla dağıtmamışızdır. Dağıttıysak da dağıttığımız kadar toparlayabilmişizdir diyelim.
Ve sohbetimize başlayalım.
Öyküyle ilk buluşmanız nasıl oldu? Öyküye ve yazmaya ilginiz nasıl başladı? Bu tutkunun içinizde ne zaman ve nasıl mayalandığını, ezcümle yolculuğunuzun başlangıç noktasını merak ediyoruz doğrusu. Biraz bize bu ‘başlangıç’tan bahsetmek ister misiniz?
Yazmaya rüyalarla başladım. Çocukken çok kabus görürdüm. Annem, yazarsam artık kâbuslardan korkmayacağımı, kurtulacağımı söyleyerek bana eski bir ajanda vermişti. Rüya anlatmak bir kurgudur, birkaç sahneden ibaret bir şeye hikâye yazarsınız. Böylece ilk kurgu deneyimlerim rüyalarımı yazmak oldu. Sonraları 10’lu yaşların başında klasik hikaye yapısına meyleden metinler yazdım. Modern öyküye ilgimse lise yıllarında İngilizce dersinde okuduğumuz antolojiler sayesinde uyandı. Daha sonra Dino Buzzati, Onat Kutlar, Füruzan, Sait Faik Abasıyanık, Julio Cortázar, Sevgi Soysal gibi öykücüleri okudukça da öykü türünde yazmak istediğime karar verdim. İlk öykülerim üniversite yıllarında yayımlandı.
Kahramanlarınızla ilişkiniz nasıldır? Onlar bir öykünün içinde can bulacak noktaya nasıl gelir? Hayatta bire bir karşılıkları var mıdır? Yoksa hepsi tamamen bir kurgunun ürünü müdür?
Ya da tersinden soralım. Ne kadar Pelin Buzluk’tur mesela?
Kahraman yerine karakter diyeyim izninizle. Karakterler, öykünün yaşam dünyasında doğarlar, o dünyanın olmazsa olmaz parçası, oranın insanıdırlar. Öykünün dünyası ile aynı anda onlar da o dünyanın birer parçası olarak belirmeye başlar. Bu insanlar bire bir tanıdıklarım değildir ama hem tanıdıklarımdan hem kendi yaşam deneyimlerimden, duyduklarımdan ve en çok da buraya kadar saydıklarımdan kalkışla uydurduğum, kurduğum kişilerdir. Hiçbiri tamamen ben değildir, hiçbiri tamamen kurgu da değildir.
Bu sorumuz biraz da işin mutfağıyla ilgili. Böylesine lezzetli yemeklerin/öykülerin önümüze geldiği yerde mutfakta işlerin nasıl döndüğünü çok merak ediyorum. Öykülerinizin doğumu nasıl olur? Planladığınız ve anlatmak istediğiniz bir şeyler olur mu hep yoksa başına oturana kadar ne anlatacağınızı siz de bilmiyor musunuzdur? Kendinizi akışa bırakarak mı yazarsınız yoksa arkasında illaki bir ‘mühendislik’ olur mu ?
Beni yazmaya getiren, nadiren anlatma isteği oluyor. Sözlü edebiyatla yazılı edebiyatı ayırıyorum. Hikâye anlatmak ve öykü yazmak farklı ihtiyaçlardan doğuyor, alıcısı da farklı. Beni yazıya götüren, görüntüler ve söz oluyor. Hayalimde “gördüğüm” bir sahneyi, bir sahneler örgüsünü canlandırmak için yazabiliyorum. Bazen de sözcüklerin bambaşka şekilde bir araya gelişi, farklı söyleyiş imkanları beni yazıya çağırıyor. Yazının başına oturduğumda nereye varacağını tam olarak bilmem, en fazla olası uğrak noktalarını kestirebilirim. Yazma eylemi sırasında kurgulama işi devam eder. Her oturuşta hayal gücünün işlekliğini aynı şekilde uyandırmak için öyküyü baştan yeniden yazarım. Yazarken kendimi olabildiğince kaptırmak isterim, bilinç ve hesap kısmı, öyküyü bitirdikten sonra ince iş sırasında, çoğunlukla silmekle gösterir kendini.
“Yer Değiştiren Sular” sizin şimdilik dördüncü ve son kitabınız olarak raflarda yerini aldı. Sizin için bu kitabınızı diğerlerinden farklı kılan bir şey var mıdır?
Bu kitapta, her bir kitabımda olmayı umduğum gibi, öykücülüğümün farklı bir aşamasındayım. Bu aşamada öykünün bir bileşeni olarak olay örgüsünü daha etkin kullanmaya çalıştım. Yine diğer kitaplarımdaki öykülerde olduğu gibi, okurun payını azımsamadan yapmayı hedefledim bunu. Diyaloglar da bu kitapta yer alan öykülerde daha önem kazandı. Kendimi iyi bir diyalog yazarı sayıyorum. Bunda, son birkaç yıldır senaryo yazmamın büyük etkisi var. Sonuçlarını öyküde de görmek istedim. Bu kez yalın bir dilde derinlik yaratmaya çalıştım, umarım yapabilmişimdir.
Kitabın içeriğine geçmeden önce isim tercihinizi sormak isterim. “Yer Değiştiren Sular” İçinde yer alan bir öyküden alıyor adını ancak kitaba neden bu ismi verdiğinizi ve 1993’teki Pelin’e armağan ettiğinizi öğrenebilir miyiz? 1993’teki Pelin nasıl biridir?
Biliyorsunuz ben çevre mühendisiyim, aynı zamanda sanatçıysanız nerede ne işle meşgul olursanız olun her şeyi başka türlü de duyuyorsunuz. “Su döngüsü” daha üniversitenin ilk yılında temel derslerde öğretilen bir şeydir. Beni büyülemişti. Suyun dönüşü, yer değiştirişi ve her yerde başka bir kimliğe bürünmesi, başka canlılara eşlik etmesi, bir yerde hayat verirken, bir yerde can alması… Belki yirmi yıl sonra yazdığım “Şu Anda Buradasınız” adlı öyküde bu metaforu kullanmış oldum. Kitaplarıma ad verirken içeriğindeki öykülerin ortak dünyasını yansıtmasına dikkat ediyorum. Suların yer değiştirişinin o ortak atmosferi iyi karşıladığını düşündüm.
1993’teki Pelin’e gelirsek… Dokuz yaşımdaki halime selam vermek, onun elini tutmak, ne kadar yol yürüdüğümüze bir de oradan, onunla bakmak istedim diyeyim. İyi yürekli, güçlü, hayalperest ve çalışkan bir çocuktu. Onun kurduğu hayallere ve o hayallerin peşine düşmesine çok şey borçluyum.
Öyküleriniz coğrafyanın bir panoramasını çekiyor gibi. Kadın dayanışması, atanamayan öğretmen, Ermenice karakter ismi (Sarkis) ve tehcir vurgusu, Kürt köyünde yaşayanlar ve onların Kürtçe isimleri (Xece, Xoze, Chekdar, Wusiv) ve varoluşlarının yarattığı rahatsızlık, şal û şepik, parktaki evsiz çocuk, Baki diye ‘derin’ biri, iş kazasında kolunu kaybeden Veysi vs. Bunlar bana Gezi’yi, Uludere’yi, iş cinayetlerini vb. bu coğrafyanın kronikleşen problemlerini anımsattı. Anımsatmak dışında karakterler arasında birinin dezavantajlı olan diğeriyle kurduğu dayanışmanın ve dostluğun ve umut etmenin aynı zamanda bir mücadele biçimi olduğunu gösterdi. Kitabın oluşum sürecinde bu etkiyi bırakmasını istemiş miydiniz? Karakterleri, isimlerini ve olay örgüsünü kurgularken yapmış olduğunuz tercihlerin bir nedeni var mı?
Yedi yıl önce bir KHK ile görevimden ihraç edildim. Geçim derdi her zaman meseleydi ama daha ağır bir sorun olarak hayatımda yer etti. Bu süreçte dostluk, dayanışma ve sevginin, aile ve arkadaşlık bağlarının ne kadar yaşamsal olabildiğini çok iyi gördüm. Böylece hem yoksulluk, işsizlik, ücretli kölelik şartlarında çalışma hem de dostluk ve dayanışma benim için öncekinden daha keskin bir şekilde önemli konular haline geldi. Kitaptaki öykülerde yaşam deneyimimin bu bakımdan etkileri var. Tanıklık ettiğim ya da tanıklıkları okuyarak, duyarak öğrendiğim, aktarılan kitlesel travmalar, katliamlar, cinayetler de kurgunun dünyasında kendine yer buldu. İş cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde, katliamlarda öldürülen insanların, yoksul intiharlarının birer sayıdan ibaret olması, bu ölümlere alışmamız ağırıma gidiyordu. Sayıların ardındaki insana bakmak, onu yeniden görmek ve göstermek istedim. Aslında ilk kez bu kitaptaki öykülerde olan bir şey değil bu. Her zaman politik bir sesi de olmuştur öykülerimin.
Biçim ve üslup değiştiği için daha görünür olduğunu düşünüyorum. İstediğim de buydu açıkçası. Resmi tarih ne söylerse söylesin sanat başka bir insanlık tarihine kapı aralıyor. Sözlü gelenek bunu zaten hep yaptı, yazılı edebiyat da kendi meşrebince yapacaktır. Ben kendimi biraz da orada görüyorum. Bir görev üstlenerek değil asla, zaten öyle bir sanatçı olduğum için, bunlar zaten doğrudan benim meselelerim ve mesele ettiklerim olduğu için.
Öykülerin tamamı olmasa da bir kısmında ölüm mefhumu bir yerlerde mutlaka var. Aynı sonla bitmiyor hikayeler ama ölmeyen karakter de bir şekilde ölümün etrafında dolanıyor gibi ve öykünün sonunda ölmese dahi okuyucu tarafından karakter sanki biraz sonra ölecekmiş gibi hissediliyor. Ölüm mefhumunu öykülerinizde nasıl bir yere konumlandırıyorsunuz?
Bu kitap bedenle, gövdeyle ilgili düşüncelerin de ürünü. Bir bedenden ibaret oluşumuzun şaşkınlığı, çaresizliği kurgu düşüncelerinde etkin oldu. Hemen her öykünün çıkışında bedenin, yani yaşamın ya da bedenin bir parçasının kaybıyla ilgili düşünceler var. Yaklaşan bir ölüm vardı kitabı oluştururken, kaybetme korkusu, gelmesi kaçınılmaz yas üzerine düşünceler… Şu an ve bundan sonraki ömrüm boyunca o yasın içindeyim, korkarak kurguladığım ile yaşadığım ne kadar örtüşüyor bilemiyorum. Yası konuşmak giderek tabu haline geliyor, oysa dünyanın bu tarafında yas gümbür gümbür yaşanırdı, hatta katı ritüelleri vardı. Şimdilerde yası inkar etme eğiliminde olduğumuzu ve yas tutanları kolaylıkla incittiğimizi görüyorum. Yas, artık hedefini bulamayan sevgidir, buradan bakarak sevdiğimiz birini kaybetmenin ne anlama gelebileceğini yeniden göstermek istedim.
Kitapta 10 öykü bir araya getirilmiş ve birbirinden bağımsız duran bu 10 öykü sanki aynı bütünün parçalarını oluşturuyormuş gibi bir his veriyor. Bir metafor kurmak gerekirse tam olarak sanki aynı mahallede ama biri diğerinin arka sokağında ikamet ediyormuş gibi bir his. Ya da hepsi bir apartmanda ama farklı dairelerde yaşıyormuş gibi de aynı zamanda.
Evet, bambaşka karakterler ve bambaşka hikayeler ama aynı yerde ve bir aradalarmış gibi. Birinin yanında, yöresinde diğer hikayenin yaşanmış olma ihtimali bir hayli yüksekmiş gibi geliyor bana. Siz öykülerinizin okuyucuda böyle bir etki oluşturmasını neye bağlıyorsunuz?
Sevindim böyle düşünmenize. Çünkü bir dosyaya öykü seçerken dünyalarının komşu olmasını isterim. Ben buna atmosfer ortaklığı diyebilirim. Elbette benim sesimle, üslubumla da bir ortalık kuruluyordur.
Biz biliriz ki iyi bir öykü anlatıcısı iyi bir öykü okurudur da aynı zamanda. Pelin Buzluk’un başucunda duran, severek okuduğu öykücüler var mıdır?
Tabii ki. Sait Faik Abasıyanık, Dino Buzzati, Onat Kutlar, Sevgi Soysal, Selçuk Baran, Julio Cortázar, Adnan Özyalçıner, Hulki Aktunç tekrar tekrar okuduğum öykücüler arasında.
Son olarak öyküye meyil eden ve öykü anlatıcılığına tutku duyan, öykü yazmaya yeni başlayan kalemlere söylemek istediğiniz bir şey var mıdır?
Kendi okuma ve yazma deneyimimden kalkışla şunları söyleyebilirim: Öykünün, yazmak istedikleri dildeki iyi örneklerini okusunlar. Mümkünse okudukları üzerine başka okurlarla tartışsınlar. Şiir ve oyun okumayı da ihmal etmesinler. Özellikle şiir, öykü yazarlarının şansıdır. Her öyküye yayımlanacak gözüyle bakmasınlar, bazı öyküler yalnızca yazma deneyiminin bir parçası oluyor. Bazı yazdıklarını kaldırıp atma cesaretini göstersinler.
Pelin BUZLUK Kimdir?
1984’te Ankara’da doğdu. ODTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. Öykü ve yazıları 2002’den bu yana çeşitli dergi ve seçkilerde yayımlandı. Deli Bal (2010) adlı ilk öykü kitabı Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne, ikinci öykü kitabı Kanatları Ölü Açıklığında (2012) Selçuk Baran Öykü Ödülü’ne, üçüncü öykü kitabı En Eski Yüz (2016) ise Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı’na layık görüldü. Öykülerinden bazıları İtalyanca ve İngilizceye çevrilerek çeşitli dergilerde yayımlandı. İlk üç kitabından bir öykü seçkisi Almancaya çevrildi, Wahnsinnige, Schwingen, Visagen (2023) (Deliler, Kanatlar, Yüzler) başlığıyla yayımlandı. Son öykü kitabı Yer Değiştiren Sular ise Eylül 2023’te okurla buluştu.