DÜNYA BANA DOKUNUYORDU | Ayfer Tunç
“Yaşamak, kendini gözden yitirmemek, kendi varlığında, kendi stasis’inde her zaman tam anlamıyla varolmak için gösterilen sürekli, zahmetli çabadır. Ölüm ülkesine ulaşmak için, insanın kısacık bir süre kendisinin dışına çıkması yeterlidir.”
Milan Kundera’nın o çok sevdiğim Saptırılmış Vasiyetler adlı kitabında yer alan bu cümleyi ilk okuduğumda, endişelere dalmıştım, yani düşüncelere. Farsça kökenli endîşe sözcüğünün ilk anlamının düşünce olduğunu yazıyor sözlükler, ikinci anlamı ise tasa, kaygı. Kundera bu ‘endîşeli’ cümlesiyle bana, yaşamanın güç bir iş olduğunu hep hissetmiş, ama hiç adlandırmamış olduğumu fark ettirmişti o gün.
Tabiatlarına cömertçe bahşedilmiş hayat enerjisini hor kullanmış bir ailenin çocuğuyum ben. Anne tarafım şaşırtıcı bir yaşama sevinciyle, dışardan bakıldığında aşırı görünebilen bir hayat enerjisiyle dolup taşardı. Büyük yaşadılar, büyük hareketlerle, büyük olaylarla. Hemen hepsi erken öldü, öyle hızla tükettiler ki enerjilerini. Ama hep düşünürüm, bu enerjiyi böylesine çarçur etmelerinin altında yaşamak yükünden bir an önce kurtulmak arzusu mu vardı acaba diye. Enerjinin her türlüsü korkutucudur, fazlası yıkıcıdır, yok eder.
Cümleyi tam hatırlayamıyorum ama Tanpınar şöyle söylüyor: Saadet taşımaktan korktuğumuz bir yüktür, onu bir köşe başında bırakıp kaçmak isteriz. Ailemi düşündüğümde saadet yerine yaşamak sözcüğünü koyuyorum. Bende de anne tarafımdan miras kalan bir hayat enerjisi var, dikkatli harcamaya çalışıyorum. Erken ölmekten korktuğumdan değil, neden bilmiyorum, belki baba tarafımın hayat enerjisini damla damla kullanıp uzun, fazla uzun yaşaması bunu dengelemektedir.
Yaşamak bir bilinç işidir öte yandan, bulanık veya aydınlık bir bilinç, ama bilinç. Bu nedenle uyku, baygınlık ya da bitkisel hayatın ölümün kardeşi olduğunu düşünürüz, bilincin devre dışı kaldığı anlar. Yaşamak kendimizin farkında olmaktır, kendimize bir değer biçmek değil, ama, varlığımızın farkında olmak: Bak ellerim var benim, bak aynada yüzüm görünüyor, bak su içiyorum mesela, bu su bedenime giriyor, bedenimin içinde kayboluyor, bak düşünüyorum, öyleyse varım, cogito ergosum. Hayatımız için doğru ya da yanlış olanı yapmanın ötesinde, bu türden kavramları dikkate bile almadan, pek de değerli olmayan varlığımızı sürdürmektir yaşamak.
Ölümün kaçınılmaz ve tek gerçek olduğu bir dünyada yaşamak zahmetli bir çabadır gerçekten. Ölüm ülkesi her an geçebileceğimiz bir âlem olarak varlığını bütün şiddetiyle hissettirdiği halde, ölüm yokmuş, öyle bir ülke yokmuş gibi yaşarız. Felsefeler yaparız bunun için, düşünceler/endişeler üretiriz, acınası varlığımızı değerli ve anlamlı kılmanın yollarını arar egomuz, teoloji bunun için çırpınır. Kısacık bir an içinde ölüm ülkesine geçebileceğimizi bile bile yaşamak yorucu ve ümitsiz bir şeydir aslında.
Kundera’nın cümlesiyle birlikte, farkında olduğum bir şeyi adlandırdım böylece: varoluş bir endişedir. Gerçi varoluşçular çoktan adlandırmışlardı bunu. Ama ben böyleyim, ancak edebiyat okurken kavramları kendime kondurabiliyorum, ancak edebiyatın içindeki yollarda kendimi, benliğimi arayabiliyorum. Edebiyat dışı metinler istediği kadar damardan sızıcı olsun, bana başka bir hastaya ait bir reçeteymiş gibi geliyor, ilgiyle okuyorum, ama içinde kendimi aramak aklıma gelmiyor, içimden de gelmiyor.
Bu anlamsız, belirsiz ve kaotik dünyaya bir anlam vermek çabasıdır yaşamak, aslolan endişedir. Ama sonsuz bir endişeyle yaşanamaz. Endişeyi aşmanın, onu tıpkı ölüm ülkesi gibi, bir anda geçebileceğim, ama geçmediğim bir âleme dönüştürmenin tek çaresi benim için yazmaktır. Yazmak hayatın hem içinde, hem dışında olan bir eylemdir; hayat yazıyı kapsadığı gibi, yazı da hayatı kapsar.
Anlatan her ben’in bir kurmaca olduğunu söyleyen Max Frisch, hiçbir nedeni olmadan karşımıza çıkan bir hayata zor dayanacağımızı da söyler. Arkasında gerçek bir hayattan türemiş olduğu izleniminin bulunmasını isteriz. Hiçbir nedeni olmayan bir hayat endişenin ta kendisidir çünkü, endişenin belirli bir nesnesi yoktur, varolmak yeterlidir. Bu nedenle hikâyeler uydururuz. Yine Frisch’in dediği gibi herkes eninde sonunda kendi hayatı sandığı bir öykü uydurur. Uydurulmuş olan bu öykü, istersek kendi hayatımız olduğunu iddia edelim, uydurulduğu anda endişeden arınmıştır, başka türlü nasıl yaşarız?
Kendi hayatımızı her gün yeniden kurarız, içimizi dolduran endişe yatışır böylece; anlatarak, yazarak, naklederek hayatımızı çoğaltırız, her çoğaltmada ölüm ülkesinden biraz daha uzaklaşmış oluruz. Ama yine de biliriz, endişe yatağında uyumaktadır, biz kendimizi öykülemezsek uyanacak ve içimizi dolduracaktır.
Benim için kurmaca yazmak olmayana gitmektir. Varoluş endişesini kurmacaya ancak yazının kavramsal bir aracı olarak taşıyabilirim, olmayan bir hayatın içinde varolmaya dair bir endişe neden bulunsun? Kurmacanın içinde endişe tıpkı bir karakter gibi, mekân ya da olay örgüsü gibi, sözcüklere dönüşen her türlü his gibi bir varlıktır, şekillenir, kullanılabilir hale gelir. Bu, endişenin benden, benliğimden çıkıp gitmiş halidir. İçimdeki urun alınmış, gözüme görünmüş halidir.
Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”u bu yazıya eşlik etti zihnimde. Her türlü çağrılmanın olağan şekli olan ve hiç çağrılmayan Yakup’un varoluş öyküsü. Bu uzun şiirin bazı dizeleri bana kendini hatırlattı, durduk yerde diyemeyeceğim, bence çok anlamlı bir yerde. “Bu uyum korkunçtur Yakup!/ Yakub’un olması korkunçluğudur bu” gibi veya “Ve kendine bilinmeyenler yaratan Yakub’um ben, iyi ya/ Durduğum bir gündü, diyorum, bütün ilgiler sizin olsun” mesela.
“Ve alevler halinde dünya bana dokunuyordu” diyor “Yakup” bu şiirde, bana da dokunuyor, bu yüzden yazıyorum.
Ayfer TUNÇ, Harflere Bölünmüş Zaman
Eylül 2005