23 Aralık 2024
ÖNE ÇIKANLARÖykü

BALIK BİLİR | Caner Bingöl

Son kez el salladı ve arkasını dönerek pasaport kontrolünden geçmek üzere son kapıya doğru hareket etti. Kalabalığa karışıp gözden kaybolana kadar arkasında onu ısrarla izleyen bakışlar olduğunu biliyordu. Çocukken yürümeyi yeni öğrendiği zamanlarda kimseden yardım almadan attığı o ilk adımlarında da arkasında aynı bakışlar vardı. O bakışlar bu kez ‘büyük adımlar’ atmayı öğrenen yetişkin bir çocuğun ilk adımlarını izliyordu gururlu ve kırık bir sevinçle.

Bu seferki diğerlerine hiç benzemiyordu. Sırtına çantasını takıp da gittiği, sokaklarında kaybolduğu, şaraplarıyla sarhoş olduğu, denizleriyle yıkandığı sonra aynı çukura gerisin geri döndüğü seyahatlerine hiç ama hiç benzemiyordu.

Bu sefer kök salmaya, güneş alan bir yer bulmaya, yerini sevmeye, yerine alışmaya, büyümeye, gelişmeye, yeşermeye, çiçek açmaya ve tüm bunları aşina olmadığı bir toprakta yapmaya gidiyordu.
Tüm detaylarını birlikte kurgulamışlardı ve yeni bir yaşama kürek çekilecek bu yolculukta suç ortaklığı yapacaklardı ki işler tam olarak planlandığı gibi gitmemiş, ufak bir yol kazası olmuştu. Artık yol kat etmek için daha fazla kürek çekmesi gerekiyordu.
Her durumun bir cümlesi vardı; ‘Sağlık olsun’du, ‘hayat biz planlar yaparken başımıza gelenler’di. Tek başına da kürek çekebilirdi, biraz yavaş da olsa ilerleyebilirdi.

Plan her şeye rağmen işlemeliydi, işliyordu da. Nasıl olsa kendini kendine bir ara anlatırdı, şimdi hiç ama hiç sırası değildi.

Tek başınalığa alışmasına, ilk şaşkınlığı üzerinden atmasına ve bir nebze de olsa rahatlamasına vesile olan bir ses duydu. Uçağın rötar yaptığını bildiren bir anonstu bu. O anons öylesine içine işlemişti ki düşünmekten kızgın bir demire dönüşen beyni soğumuş, hayatının altüst oluşlarına yetişmek için süratle kan pompalayan kalbi soluklanmıştı. Henüz ne tarafında olduğunu bilmediği bir yolda 3 saat boyunca güvenle durabileceği sığıntı bir gri alan bulmuştu kendisine.
Bu onun yolculuğunda aidiyet duyduğu ilk istasyondu. Her sayılı zaman gibi bu da gelip geçmişti.

Gitmek için tonla sebep biriktirmesi ve kalmak için son nedeni de tüketmesi yetmemiş olmalıydı ki; Onca badireden ramak kala sağ kurtulan bedenini ve solup gidecekken bir kaç damla can suyuyla tekrar yeşerttiği yüreğini son bir adımla uçağın kapısından içeriye sokana kadar, yine de kalmak için güçlü ve geçerli bir sebep aramıştı. Son ana kadar, yalnızca bir sebep.

Son kertede bir bilinmezlik ormanında, her şeyin düzlüğe çıkacağını umduğu yerde, o lacivert ülkedeydi işte.

Sarı tabelalarının altından hızla geçmiş, 32 kg’ı geçmemesi istenen bir bavula sığdırabildiği bir kaç parça memleketi dönen bagaj bandında yakalayıp almak için beklerken bir duygu havuzuna düşmüştü.
Bu havuzda biraz kaygı, biraz hüzün, biraz heyecan, biraz sevinç, biraz Arkadaş, biraz Turgut abi, biraz Sezen abla, biraz İzmit simidi, biraz Malatya kayısısı, biraz umut, biraz mavi, biraz kırmızı, biraz caz, biraz hicaz, biraz da “O” vardı.

Duvar saatinin tik-tak’ları dışında çıt yoktu. Pörtlek gözleriyle cam fanusun içinde dönüp dururken mütemadiyen bir şeyler anlatmaya çalışıyor, odadaki muhatabıyla bir göz kontağı kurabilmeyi umuyordu. Cam fanusun dışındaki iki ayaklı arkadaşı ise odanın tavan duvarlarını, kartonpiyerleri, kornişi, kolonları ve kirişleri seyretmeyi en sonunda bırakmış, odadaki diğer nesnelerle de hemhal olmaya başlamıştı.

Duvar saatinin altında sehbanın üzerinde duran cam fanusa yanaştı, sandalyesini çekti ve oturdu. İki eliyle yer yaptığı çenesini kollarının arasına aldı. ‘Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği’ soylu eylemlerini düşünmeden geçireceği bir gece olmasını diliyordu.
Dairesel hareketler çizen siyah benekli turuncu Japon balığına kilitlendi. Bunu fark eden yüzgeçli arkadaşı da gözlerini ona doğru çevirdi.

İlk kontak kuruluvermişti;

Kara bulutların arasından sıyrılıp gelen bir ışık hüzmesi gibi camı atladı, bir gözden bir göze bir söz geçti;

Sanma ki zaman hep kendi başına dört nala koşar, durup soluklanmasın diye ona sürekli kırbaç vuran bir el var’ dedi siyah benekli, pörtlek gözlü, turuncu bir hakikat.

Dedi ve gitti g/s/özlerini başka bir yere kaçırarak.

Az önce söylediği şeyi unutmuş gibi yaptı ve bu en iyi bildiği şeydi.

Herşeyi 5 saniyede unuttuğunu tüm dünyaya kabul ettirmiş bir balık, hafıza timsali önünde haklı ve gizli bir gururla dönüp duruyordu .

Bir avuç fanusun içinde hangi yaşamın tecrübesini damıtmıştı?
Bu kadarını nereden bilebiliyordu?

Balık bilirdi. O herşeyi bilirdi.

Duvar saatinin tik-tak’ları dışında bir ses daha çıkıyordu. Beyninde bir o yana bir bu yana çarpıp duran deli sorular fasılalı sesler çıkarıyordu:

‘Fanusun içinde miyim, dışında mı?’

Böyle kolay soruların cevabı yoktu onda. Demek ki cam fanusun dışındaydı, demek ki bir turuncu hakikat değildi.

Demek ki…

Bir cümle daha alabilmek umuduyla poşetin içinden küçük bir parça aldı ve bıraktı suyun üstüne. Yem suyu emdi, emdikçe battı, battıkça süzüldü ve askıda kaldı. Kendisiyle kurulan bu pragmatik ilişki siyah benekli turuncu balığın canının sıkılmasına, tadının kaçmasına neden olmuştu.

Pek çok şey bildiği gün gibi aşikardı. Bilgeliği kendini ele veren o vakur bakışlarından belliydi ama katiyen göz teması kurmuyor, susuyor ve tutuyordu kendini; kapakları açılmamış bir baraj gibi zamanını bekliyordu. Ne yani bir parça yem için mi konuşuyordu onunla? Bunu hakaret saymış, iki ayaklı arkadaşına ağır gönül koymuştu.

Beklediği göz/söz temasını kuramayınca loş sarı sıcak ışıklı odasında ceviz rengi çalışma masasının başına geçmiş, sağ elini yumru yapıp kafasına dayayarak sesli düşünmeye başlamıştı.

Balık başka ne bilir acaba?

Burnunda en rafine zevklerden yeni demlenmiş filtre kahve kokusu, gözlerinde piksel piksel beyaz bir ekran ve o ekranda yanıp sönen bir imleç hakikati fısıldıyacak bir kaç cümle aranıyordu. İmlecin etrafında bir karınca dönendi durdu.
‘Senin bi bildiğin var gibi sanki, ben hiç dokunmayayım öyleyse sen devam ettir karınca kardeş’ dedi.

Sen söyle dedi. “Sence balık başka ne bilir?”

Plastik çağın pespaye sesleri  modern f tipi evlerin duvarlarından tik-tak diye sekerek ruh emici kara deliklere nasıl dönüşür iyi bilir’ ‘mesela’ dedi.

Beyaz, mavi, yakalıların, yalakaların, fiyakalıların kollarında dönerken havaya karışıp dünyanın en çirkin korosuna dönüşerek kentlerde nasıl yankılanır iyi bilir ‘mesela’ dedi.

İnsan bir kere kendini ruh öğütücülere kaptırdı mı hayatının bütün şiiri nasıl yavaş yavaş tükenir, nasıl yana yana eriyip biten bir mum gibi yavaş yavaş ölür iyi bilir ‘mesela’ dedi.

Adam ekledi; “Bir ağaca baka baka içinde bulunduğun koca bir ormanı göremezsin ya bazen hani, onun gibi değil mi?” diye sordu.

Tam üzerine bastın kanımca” dedi karınca.

“Bak Azizim, bunları da balık bilmez ama ben bilirim” dedi ve ekledi:

“Siz, azizim! Kendinizi hastalıklı bir geçmişten damıtılmış nostaljik bir melodramın içine hapsediyorsunuz. Dünü bugünde yaşıyor, bugünü ıskalıyorsunuz. Iskaladığınız bugün’lere hayıflanacak vaktinizle şuanda bile gelecek zamandan çalıyorsunuz.
“Oysa sadece şimdi vardır, onun için yaşayın. Ve şimdinin içinde iyiyseniz sonsuza dek iyisiniz demektir.”

Eğer bir şeyi unutmamak gibi bir gayeniz varsa bu bir melodrama hapsolup onu güzellemek biçiminde cereyan etmemeli, geçmişin sizden çaldıklarıyla bir hesaplaşma biçiminde olmalıdır azizim. Herkes kendi meşrebince hesap sorar. Bir çiçekseniz mesela azizim, yeniden çiçek açarak yaparsınız bunu. Aksi halde şimdiki zaman altın bir tepside önünüze en kıymetli hediyesini de sunsa, asla bunun farkına varamazsınız, tüm bunları biliyorsunuz değil mi azizim?

Bilmiyorsanız da öğreniniz, ben bile bu karınca halimle biliyorum.
Size mutlu ve müreffeh günler dilerim azizim”
dedi ve ortadan kayboldu.

Düşündü de; korkunç derecede haklıydı.

Annesinin kendisini bir lunaparkta otuz beş senedir durmadan dönen bir karuselde, bir aşağı bir yukarı hareket eden bir atın üzerinde unuttuğuna inanıyordu. Hızına adımlarını yetiştiremediği zamana cevap alamayacağını bildiği halde hep aynı soruyu soruyordu ıslarla;

Söylesene ey zaman senin bu atlıkarıncanı bu kadar hızlı kim döndürüyor?

Yazları kağıt helva ve dondurma kokan o sahil kasabasında rüzgarların ufaladığı kum’lar yumuşak bir yatak olmuştu sırtına. Denizin kumu ve tuzu vücudunda kururken aniden belirip ‘kum beklemez, acele etmeliyiz’ deyişini hatırladı.

O gün bir poşet dolusu kumla eve dönmüş, kumu boş bir kum saatine doldurmuş, kendi zaman birimini yarattığı için övünmüştü. Gelirken yanında kağıt helva ve dondurma kokan o sahil kasabasının kadife kumunu da getirmişti. 32 kg’ın 1 kilogramı kum saatiydi.
Masada duran kum saatini eline aldı, bir o yana bir bu yana evirip çevirdi. Rüzgarla kabuk bağlayan, çatlayan, ufalanan, ana kayadan kopuk başka diyarlara taşınmak için irili, ufaklı çakıl taşlarına dönüşen, daha da uzağa gitmek için biraz daha ufalanmayı beklemiş kum tanelerinden daha iyi kim bilebilirdi ki gitmek ve kalmak arasındaki o anlaşılmaz mesafeyi.

Kum avucunda bir taraftan öbür tarafa akarken dile geldi;

“Ufalandı bir kayadan en küçük zerresine kadar ömrümüz,

Bir camın içine doldurup adına zaman dedi biriniz.

Oysa denizlerin dalgasına, rüzgarın raksına biraz derinleşseniz

dünyanın bir ucundan diğer ucuna akıp duran

en evrensel yoldaşlığı kurardınız hepiniz.

Ve o zaman kollarınıza duvarlarınıza, avuçlarınıza veya ceplerinize hapsederek

bizimle savaşmak yerine

sadık bir yoldaşınız olduğunu bilmenin güveniyle aktığınız her suyu sevebilirdiniz” dedi.

Bu sesi bi yerden tanıyordu. “Kum beklemez, acele etmeliyiz!” diyen kumların kadınının sesiydi bu.

Kumu dolu taraftan boş tarafa akana kadar seyrediyor sonra boş tarafı tekrar aşağı çevirerek yeniden dolmasını bekliyordu.

Bir hipnoz töreni gibi devam edip duruyordu bu eylem.

Çamaşır makinasını saatlerce izleyen kedisi gibi düşünüp anlam veremediği şeyler karşısında kilitlenip kalmak dışında elinden bir şey gelmiyordu.

Bu kez kedisiyle rolleri değişmişlerdi; bir köşede durup bu hipnoz ayinini hayretler içerisinde anlamlandırmaya çalışan kendisi değil, kedisiydi.

Zaman akışkan bir şey miydi? Alakası yoktu. Bir saatin başka bir saate denk olduğu varsayımını ilk ortaya atan kimse fena halde yanılıyordu.

İçinde dolduramadığı boşluğun varlığının bilincindeydi ama bunu düşünmemek için hedef saptırıyor, hatırlamamaya çalışıyordu.

Hatırlıyor ama bilmiyordu; bilmemezlikten gelince biraz daha hafifliyordu.

Duvar saatinin tik-takları dışında çıt yoktu.

Bir underground klüpte tekno müziğin beynini üç saat boyunca kızgın bir demiri döver gibi dövmesi bile beyninde düşüncelerden düğümler oluşmasına, o düğüme başka düğümler eklenmesine engel olamıyordu.

İnsan ne kadar giderse gitsin kendinden uzağa gidemezdi ve insan nereye giderse gitsin kendini de yanında götürürdü ve insan kendine doğru ne kadar gitmeye çalışırsa çalışsın ulaşamayacağı bir yer hep kalırdı.

Düşünmekten ve dövülmekten kızgın bir demire dönüşen beyni bu serin cümlelerle keskin bir kılıç formunda soğumuştu bir köşede savaşçısını bekleyen.

Geride bıraktığı ne varsa bugün de dibindeydi fakat duvarda boyası soluk, okunmayan sıradan bir retro dekora dönmüştü işte, hepsi o kadar. Gözleri büyümüş, elleri ve kolları kaybolmuş, tüm vücudu turuncuya dönüşmüş, benek benek olmuştu. Bu koca fanusun içinde haklı ve gizli bir gururla nasıl yüzeceğini bilmenin hazzıyla dönüp duruyordu.

Sorsan hiç bir şeyi hatırlamazdı ama bilirdi.

Herşeyi bilirdi.
Bütün kara parçalarında, yeryüzünün bütün arka bahçelerini bilirdi,
Afrika da dahil.

çünkü
Balık bilirdi.

O herşeyi bilirdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir