7 Ocak 2025
Öykü

KUMLARIN KADINI | Caner Bingöl

I

Tatlı, tuzlu, mavi, yeşil, doyurgan, buyurgan, öfkeli, dingin, serin, sıcak; nerede ve nasıl akacağını yalnızca kendisinin bildiği bir kan dolaşırdı damarlarında yeryüzünün.
Bir balinanın havaya püskürttüğü bir zerre olur, bi süre rüzgarla dans eder, bir yağmur bulutunun içine saklanarak dağlara, patikalara, tepelere, bayırlara, ovalara, çayırlara düşer ya da bir çocuğun diliyle damağı arasındaki o amansız kavgayı ayırmak üzere bir başka bedende cana can katmaya giderdi.
Yollarda gölle, ırmakla bir olmayı öğrendi. Sonra denizle, sonra okyanusla bir olmayı. Bir  değirmende döndü, bir kemerden geçti, bir sarnıçta dinlendi, bir barajda birikti, insan denen mikroorganizmasıyla iftihar etti. Bir şelaleden attı kendini intihar  etti. Bulduğu çatlağa suretini işledi; ‘nasıl olur?’ diye şaşanlara ‘yol su’dur dem bu’dur’ derdi. Döngülerin en güzeliydi çünkü yeryüzü damarlarında dolanan yaşam sıvısını yalnız yüreğinde değil büyük koca gövdesinin her kilometre karesinde ayrı ayrı hissederdi ve böyle böyle tamamlanırdı çilli yüzünde açan krizantem çiçekleriyle, kollarında yürüyen peygamberdevesiyle, omzuna konan mavi morpho kelebeğiyle.

Sonsuz bir göç, bitimsiz bir yolculuktu onunkisi, dört buçuk milyar yıldır süregelen.

Kesikler açılırdı vücudunda, kanı sızardı yarasından, canı fazla yanardı bazen yine de sebat ederdi. Hem bir yerde okumuş hayatına kılavuz etmişti; “Güzellik ve dehşet. Başına her şeyin gelmesine izin ver. Sadece gitmeye devam et. Hiçbir duygu nihai değildir.” diye.

Yeryüzü kendi yarasına kendi üfler, kendi merhemini kendi sürerdi ve rüzgar gezegenin yarasını üflediği şifalı nefesiydi. Yaşlı, hatları keskin, sureti hala pek güzel yerkürenin süt beyaz teninde dört buçuk milyar yıldır duran kara bir lekeydi kayalar. Rüzgarla kabuk bağlar, çatlar, ufalanır, ana kayadan kopup başka diyarlara taşınmak için irili, ufaklı çakıl taşlarına dönüşürlerdi. Bu bitimsiz gitme isteği tutkulu bir hal alınca biraz daha ufalanıp en sonunda bir kum tanesi olur, dünyanın nemli vücuduna yapışarak hiç yabancı olmadığı bir bedende yolculuğuna kaldığı yerden devam ederdi. Nereye varacağını düşünmeden bilinmezin gizemli büyüsüne ve yolun güzelliğine kendini adardı. Çok mu uzağındaydı varacağı yerin, yoksa tam üzerinde mi duruyordu. Bu soruların cevabı onda yoktu. Yollarda rüzgârlığı öğrendi; onun gibi esip geçmeyi. Nasıl olur? diye şaşanlara ‘rüzgarla bir olan bilir’ derdi. Döngülerin en güzeliydi çünkü yeryüzü üstüne yapışan kumları her sirkeleyişinde kendi vücuduna dokunur, onu hatırlar ve onunla tamamlanırdı. Sonsuz bir göç, bitimsiz bir yolculuk, akamete uğrayan  bir kavuşma haliydi dört buçuk milyar yıldır süregelen.

‘Bilmiyor musun?’ dedi kadın ‘kum beklemez. Acele etmeliyiz’

Arabalı vapurun saatleriydi bunlar. Vapurun gel-git’leri ve motorunun pervanesinin suda yarattığı salınımlar aniden kıyıya doğru gittikçe acımasızlaşan dev dalgalara dönüşüyordu.
Deniz, bulutlardan yapılma pamuksu yorganını üzerine henüz çekmiş, yeni değişmiş tertemiz mavi çarşafıyla yatağında masumca uyurken uykusundan edilmişti. Bu saygısızlığı bağışladığı görülmemişti hiç, anında sorardı hesabını, keserdi cezasını. Kabararak kıyıya doğru hiddetle, ne var ne yok önüne katarak kükrerdi. Kızgın sular bir saat önce ıslanıp öğlen güneşinin yakıcı sıcağında tekrar kuruyan ve kavrulan ince ve kuru kum tanelerini tekrar ıslatır, kumdan kaleleri yerle bir eder, aynı şiddetle kendine çekip bırakır, sonra da hiçbir şey olmamış gibi gerisin geri tatlı uykusuna dönerdi.

Kadın aşinasıydı bu denizlerin. Adam ise bilmediği sularda yüzüyordu. Bir saat önce dalgalardan okkalı bir dayak yiyip genzinden neredeyse ciğerlerine kadar tuzlu su kaçınca, hangi suda yüzdüğünü öğrenmiş oldu. Denizin tuzluluk oranını anlayacak kadar aydınlanmıştı o kısacık panikte. İkinci dalgaya ilkinden daha hazırlıklıydı. Yine de suyla bir inatlaşmaya girme eğiliminde olduğunu sezdi kadın ve bir saat önce yaptığını yine yaptı ve tembihledi:

‘Artık biliyorsundur herhalde’ dedi ‘Kum beklemez. Acele etmeliyiz!’

Oysa akışkan formuyla saatte bir kızgın bir kaplan gibi kükreyen şey suydu. Ürkütücü olan muhtemel tehlike de onun yarattığı dev dalgalar olabilirdi en fazla ancak kadın her defasında kuma işaret ediyordu gizemli ve anlaşılmaz bir tavırla.

Kimselerin bilmediği, bilmesini de hiç istemediği bir şeyler taşıyor gibiydi sanki yüreğinde.

Güneşin kavurucu sıcaklığıyla yumuşamış vücudu tatlı bir yaz uykusundan uyandı. Terden sırılsıklam olmuş yüzünde ekşi bir yüz ifadesiyle gözlerini açmaya çalıştı önce kısıkça. Etrafta kimse yoktu. İlk görebildiği topukları kumlara saplanmış ayaklarıydı. Düş ile gerçek arasındaki asma köprüde manzara muhteşemdi. Önce sağına, sonra soluna şöyle bir bakındı.
Kumların kadını yoktu, gitmişti.



Devam edecek…