23 Aralık 2024
Öykü

KRAL SALİH’İN MEZARLIĞI | Hasan Zan

Dondurucu soğuğa rağmen caminin avlusunda bulunan elektrik direğin altında uzun süredir bekliyordum. Kardeşim Eyüp tuvalete gitti mi çıkmak bilmiyordu. Gözümü elektrik direğinden ayıramıyor, bir yandan da korkudan bildiğim bütün duaları okuyordum. Uzun süredir beklediğim yetmiyormuş gibi birde elektrikler gitmişti. İçimi daha derin bir korku kapladı, gerçi korkmam için elektriklerin gitmesine gerek yoktu, ufak bir gölgenden, küçük bir sesten korkan birisiydim. Elektriklerin gitmesi bu korkularımın üzerine tuz biber ekmişti. Daha fazla dayanamayıp Eyüp’ü caminin tuvaletlerde bırakıp var gücümle eve doğru koşmaya başladım. Dolunayın etkisiyle yerdeki kar sertleşmişti, kendimi buz pistinde hissediyordum. Defalarca düşmeme rağmen Antik Çağlara ait boynuzlu bir canavarla karşılaşırım korkusu beni bu buzlu yolda daha da hızlandırıyordu. Evimiz ile Cami arasındaki mesafe birkaç yüz metre olmasına rağmen bu kısa yol sırat köprüsüne dönüşmüştü, bir türlü bitmek bilmiyordu.

Zifiri karanlıkta düşe kalka evin kapısına kadar gelmiştim. Evimizin dış görünüşü bir Orta çağ kalesini andırırken, damlayan toprak damımız bize yoksulluğumuzu hatırlatıyordu. Bize olağanüstü hikâyeler anlatan Tarih hocamız evlerimizin Ermeni taş ustalarının eseri olduğunu söylemişti. Osmanlı zamanında Gayri Müslümlerin toprak sahibi olması yasakmış bu yüzden bu insanlar sanat ve zanaat alanında kendilerini oldukça geliştirmişti. Biz Kürtler ise ne asli unsur olabilmiştik ne de azınlık haklarından yararlanabilmiştik. Bu durumu baba anlattığımda beni uyarmıştı. Başka yerde konuşma yoksa çok sevdiğin Ramazan Hocanın başı bela girer demişti.

Bunları düşünürken evin giriş tahta kapısını açıp geniş avlumuzu hızlıca geçtim. Evimizin demir kapısı yine sıkışmıştı. Kapı o kadar eskimişti ki her seferinde farklı bir renge boyadığımız için renkler karışmış ortaya ne olduğu belirsiz bir cırtlak renk çıkmıştı. Kapıyı zorlayarak açabildim, eve sonradan eklenen ve içinde yaratıkların yaşadığına emin olduğum odunluğu hızlıca geçtim. Bir keresinde abim içeride babamın bir gulyabaniyle iskambil oynadığını görüp bize anlatmıştı. Bunu babama anlattığımda enseme çok sert bir tokat indirip bana küfretmişti. Evimiz iki odalıydı ve tek sobamız vardı. Bu yüzden kışın hepimiz geniş odada yaşar sobanın etrafında dizilirdik. Odadan İçeri girip sobaya sokuldum. Babam Lüks lambasını yayına koymuş pilli bozuk teybiyle uğraşıp küfürler ederken, annem benim için yeşil bir süveter örüyordu. Kardeşlerim ise kız kardeşim etrafında toplanmış çizdiği resmi izliyorlardı. Babam bozuk teypten kafasını kaldırıp Eyüp’ü sorması içimde soğuk rüzgârlar estirdi. Onu camin karanlık tuvaletinde yalnız başına bıraktığımı nasıl söylebilirdim? Tam cevaplıyordum ki evin dış kapısının sesi odaya ulaştı. Gelen Eyüp olmalıydı ve babam kapı sesini duyunca teybiyle ilgilenmeye devam etti. Birkaç saniye sonra elektrik geldi.

Eyüp nefes nefese odaya girip babama doğru koştu. Yüzü kireç gibiydi. Nefes alış verişi o kadar hızlıydı ki evin tek boynuzlu canavar tarafından basıldığını düşündüm. Babam Teybini bırakıp duvara astığı ucu sivri mızrağa benzeyen aletini aldı. Bir an etrafına bakınca atını aradığını düşündüm, oysa babamın bir eşeği bile yoktu, zihnim bana tuhaf oyunlar oynuyordu. Aradığı şey bozuk teybiymiş bir elinde mızrağı diğer elinde teybiyle tuhaf bir savaşçıya benziyordu. Odadan çıkınca hepimiz arkasında sıralandık. Eyüp eliyle Tamek Şişe kolaların dizildiği boş tahta kutuları gösterdi. Kutuların altına sıkışmış kocaman bir yılan durmadan sağa sola hareket ediyordu. Sadece birkaç dakika önce o yılanın yanından geçmiş olmam korkudan başımı döndürüyordu. Babam yılanı görünce yılandan sızan kanı bize gösterip böbürleniyordu. Evimiz toprak damlıydı, toprağın altında hem soğuğu kesmek hem de sızan suyu tutmak için bu coğrafya da çok yetişen meşe ağaçların yapraklı dalları serilir altına kalın silindir odunlarla destek yapılırdı. Gece yatağa girip oda sessizleşince bu dalların arasındaki yılanlar hareket ederdi. Tam o esna da babam demir mızrağını alır gelişi güzel tavana vururdu. Her seferinde yılanı vurdum derdi biz ise gülerek inanmazdık bu duruma, tabi babamın kalın gözlükleri inandırıcı olmasını engellerdi. Birkaç metre öteyi göremeyen biri meşe yapraklarının arasında ki yılanı nasıl görebilirdi aklımız almıyordu. Oysa yılan birçok yerden darbe yemiş sıkıştığı ağırlığın altında debelenip duruyordu. Babamın yılana atılması ve annemin güçlü kollarıyla onu iteklemesi bir anda oluverdi.  Kısa bir tartışmadan sonra babam alt katımızda oturan Kral Salih’i çağırmam için beni tembihledi.

Gece manavın önünde Kral ile karşılaşmıştık. Karayolların İşçilerine bayram hediyesi olarak verdiği kalın yeşil montu kayın babası Direkçi Hacı Gaffur’dan araklamıştı. Manavın önünde toplanan gençlere altı pil ile çalışan el feneriyle gösteri yapıyordu. Kral altı pilli el fenerden şak şak diye sesler çıkartarak bizi mest ederdi. Kral Salih ile aynı balkonu kullanıyorduk, daha doğrusu bizim evin balkonu onun evinin damı oluyordu. Balkonumuzdan aşağıya açılan kapıdan korkuyla indim, soğuğa rağmen kral salonda sönmekte olan sobanın başında tişörtle oturmuş meşe palamudu pişiriyordu. Kral oldukça yapılı biriydi. Ramazan öğretmenimiz Ridaniye savaşını anlatırken Kral Salih’i Memlük Sultanı Tomanbey’in ordusunda savaşan cesur askerlere benzetiyordum. Tomanbey savaşı kaybedeceğini anlayınca cesur askerlerden bir birlik oluşturup Osmanlının komuta merkezine bir saldırı düzenler. Yavuz Sultan Selim’in çadırını Vezir-i Azam Sinan Paşayla karıştırınca, Sinan Paşayı öldürmesine rağmen savaşı kaybeder. Birkaç yüz askerle dönemim en güçlü ordusunun kalbine ok gibi saldırmak Kral Salih gibi cesur adamların işi olmalıydı.

Bunları düşünürken Kral ile göz göze geldik, beni görünce bir şeylerin yolunda gitmediğini anladı. Birkaç metre uzunluğundaki yılanın kola kutuların altına sıkıştığını anlatınca göğsüne hançer yemiş gibi inledi. Kral henüz yeni bitirdiğim Yaşar Kemal’in İnce Memed Kitabında yarattığı Topal Ali karakterine benziyordu birazda. Yılanları çok sevmesine rağmen onları öldürmeden edemiyordu. Topal Ali ‘de İnce Memed’i çok sevmesine rağmen içindeki iz sürme tutkusuna yenilip durmadan Memed’in izini sürüyordu.

Kral Salih yaşadığı şoku atlatıp salondan odaya geçip üstünü değiştirdi. Eşi Ayfer Ablanın neler oluyor demesine aldırış etmeden beni önüne katıp merdivenleri hızlıca çıktık. Bizim evin kapısından girmemizle Annem ve babam yüzlerindeki korku silinmişti, kardeşlerim Kral’ı alkışlayıp sevinç gösterilerinde bulunmuşlardı. Hatta babam yaşananları iyice normalleştirip bozuk teybiyle oynamaya başlamıştı. Kral ise yılanın etrafında dolaşıyor onu nasıl acısız öldüreceğini düşünüyordu, dönerken kalın bıyıkların altındaki dudaklarından dualar dökülüyordu. Kapının altında sızan soğuk korkuyla da birleşince kardeşim Hasan’ nın dişleri zangır zangır titriyordu.  Tam o sırada babamın bozuk teybi çalıştı, kemençe eşliğindeki halay müziği geniş holümüzü kapladı. “Hola” diye bir ses çıkınca Kral sağ omuzunu eğip dizlerini kırdı ve yerinde halaya başladı. Titreyen bir çocuk, bozuk bir teyp ve yılan avcısının enteresan halayı bana o an absürd bir tiyatro sahnesi gibi geliyordu ama her şey gece gündüz kadar gerçekti. Kral Müziğinde verdiği rahatlıkla yılanı yavaş ama etkili bir darbeyle öldürdü. Kral yılanın üstündeki kola kutularını kaldırıp onu yanında getirdiği bezin içine sardı. Babamın teybi çalmaya devam ediyordu ama halay yerini yaşanan durumla da uyumlu Mehmet Akif Ciziri’nin hüzünlü sesine bırakmıştı. Yılan ölünce babam ve kardeşlerim soğuğa daha fazla dayanamayıp odaya geçtiler annem kanı temizlemek için ben ise hüzünlü bir adamın acısını paylaşmak için bekliyordum.

Salih yılan avcısıydı ama krallığı buradan gelmiyordu. Hatta çöpçülük yaptığı için lakabı çöpçü Salih’ti. Kayın Babası Direk Hırsızı, Direkçi Hacı Gaffur, damadını sevmemesine rağmen onun için kral lakabını türetmiş ve bu lakap özelikle çocuklar arasında çok tutmuştu. Kral ile avlumuzun başındaydık, gecenin karanlık ve zamansız bir vaktiydi. Kral elindeki küçük kazmayla buz tutan toprağı kazmaya çalışıyordu. Kimseye dokundurmadığı altı pilli el fenerini toprağı kazarken önünü görebilsin diye bana mecburen vermişti. Toprağı yeterince kazdıktan sonra beze sardığı yılanı toprağın içine yatırdı. Evimizin duvarından aldığı düz hafif taşı gömdüğü yılanın üstüne yerleştirip üstünü toprakla örttü. Gerçek bir mezarlık merasimi yapılıyordu, evimizin avlusu Kral Salih’in Mezarlığıydı. Kral daha önce öldürdüğü onlarca yılanı buraya gömmüştü. Aksi babam bile bu enteresan ritüeline saygı duyuyordu. O günden sonra Kral Salih’in Mezarlığındaki el feneri sorumlusu olmuştum. Öldürdüğü her yılanı beraber bu avluya gömerdik.

Birkaç yıl sonra liseyi bitirip çalışmak için İstanbul’ a gittim. Araya yıllar girince çocukluğumun Kral’ı ve yılan mezarlığı zihnimin karanlık dehlizlerinde kaybolmuştu. Üniversiteyi bitirince uzun süre farklı işlerde çalıştım. En sonunda yeni yapılan büyük bir hava alanında sabit bir iş bulabildim. Bu sıkıcı düzenimin içinde babamın dünkü telefonu beni heyecanlandırmıştı. Kral Salih İstanbul’a geliyordu. Uçak ineli uzun süre olmasına rağmen Kral henüz ortalıkta gözükmüyordu. Uzaktan bana doğru tekerlekli sandalye ile yaklaşan birini görünce Kral Salih’i ve oğlu Sezai’yi tanımıştım. Sezai ile hal hatır sorduktan sonra felç geçiren Kral’ın elini tutup o gece babamın bozuk teybinden çıkan sesi kulağına eğilerek melodik bir şekilde söyledim. Bir an omuzunu sağa düşürüp dizlerini kırmasını bekledim. Sadece bana gülümsediğini hissettim. Sanırım bu bile zihnimin bana oynadığı bir oyundu. 

Krallığımız çökmüştü, Kral Salih ölüyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir