GÖZÜMDEN AKAN ASLINDA ONUN YAŞLARIYDI
Rosa Luxemburg’u aklını vicdanından geçirerek dünyayı yorumlayan ve onu yorumlamakla kalmayıp anlamaya ve değiştirmeye cüret eden önemli bir devrimci, teorisyen olarak biliriz ama Rosa’nın kendisini dönemin diğer özgürlükçü/devrimci fikir insanlarından ayıran ince ve derin bir yanı vardır, az bilinen. Rosa, ezen-ezilen ilişkisinin yalnız insanlar arasında değil aynı zamanda insan-hayvan arasında da kurulduğunu görebilen bir akla ve yüreğe sahiptir. Bu yönüyle diğerlerinden ayrılır. Gözlemleri teorik olarak özgürlükçü kuramının bir parçasına eklemlenmemiştir belki ama insan merkezli özgürlük ütopyalarının kurulduğu ve özgürleşmenin yalnızca hümanist eksenlerde yorumlandığı “doğru” ama “eksik” çağlarda bir mandanın tutsaklığını kendi tutsaklığıyla özdeşleştirebilen ve onu “öz kardeşi” olarak görebilecek geniş bir göze ve vicdana sahiptir.
Bu yönüyle Rosa Başka’dır.
Eziyet gören bir mandadan çok etkilenerek “Gözümden akan aslında onun yaşlarıydı.” diye bahsettiği, cezaevinde yazdığı ve aynı zamanda Rosa’nın kaleminin edebi derinliğini de keşfettiğimiz ( o bunu kasten tercih etmemiş olsa dahi) o mektubu paylaşıyoruz…
“Ah, Soniçka! Geçen gün korkunç bir acıyla kıvrandım. Gezindiğim avluya sık sık çuval, asker ceketi ya da gömleği yüklü askeri arabalar geliyor; bu ceketlerle gömlekler, zaman zaman kanlı oluyor. (…) Geçen gün, yine böyle bir arabanın boşaltılışına tanık oldum, bu seferkine at değil, manda koşulmuştu. İlk kez yakından görüyordum bu hayvanları. Bizim sığırlara oranla daha güçlü ve yapılı bu mandalar, kafaları yassı boynuzları daha bir yatık, dolayısıyla kafatasları bizim koyunlarınkine benziyor; derileri kara gözleri iri ve yumuşak. Romanya’dan getirmişler mandaları, savaş ganimeti… arabaları süren askerler, dağlarda bayırlarda yaşayan bu hayvanları yakalamanın, özgürlüğüne alışkın oldukları için de, yük çekmeye alıştırmanın son derece güç olduğunu söylüyorlar. Kıyasıya dövülüyorlar, öyle ki ‘vay geldi kurbanların başına’ deyimi tam anlamıyla somutlaşıyor… Galiba yalnız Breslau’da yüze yakın manda varmış. Verimli Romen çayırlarında otlamaya alışmış bu hayvancıklara azıcık yem veriliyor. Çeşitli yükler çektirildiğinden, kısa zamanda ölüp gidiyorlar.
Birkaç gün önce, çuval yüklü bir arabanın avluya girdiğini gördüm; araba öylesine yüklüydü ki, zavallı mandalar eşik taşlarını geçemiyorlardı bir türlü. Arabanın yanında yürüyen er, elindeki kamçının sapıyla hayvanları öyle bir dövmeye başladı ki, kadın mahpusların gözetmeni kendini tutamayıp zavallıcıklara acıyıp acımadığını sordu. Asker acı bir gülüşle: ‘Biz insanlara bile acıyan yok!’ diye karşılık verdi ve daha hızlı kamçılamaya başladı. Hayvanlar en sonunda eşiği geçtiler, ama bir tanesi kan revan içinde kalmıştı. Evet, Soniçka, kalınlığı ve sağlamlığı dillere destan manda derisi bile yarılmıştı. Araba boşaltılırken hayvanlar bitkin bir haldeydi, sırtı kanayansa önüne bakıyordu. Kara alnıyla yumuşak gözlerinde saatlerce ağlamış çocuk havası vardı. Tıpkı nedenini bilmeden, bu acının ve barbarlığın elinden nasıl kurtulacağını bilmeden kıyasıya dövülmüş bir çocuk gibiydi… Ben talihsiz mandanın karşısındaydım. Gözümden akan aslında onun yaşlarıydı. Elim kolum bağlı, öz kardeşimmiş gibi titriyordum bu sessiz acı karşısında. Mandanın sere serpe dolaştığı Romanya çayırları ne de uzaktaydı! Bir daha hiç göremeyecekti oraları! Orada her şey bambaşkaydı: güneş parlıyor, rüzgar esiyor, kuşlar ötüyor, çobanlar tatlı türküler söylüyordu. Buradaysa iğrenci bir yabancı kent, boğucu bir ahır, mide bulandıran, çürümüş yem, korkunç ve yabancı insanlar, dayak ve yarılan deriden fışkıran kan vardı yalnız…
Ah benim zavallı mandacığım, canım ikimiz de acı, yoksulluk ve pişmanlık içinde, eli kolu bağlı, dilsiz varlıklarız. (…)
(…)
Büyüklü küçüklü binlerce varlığa bağlıyım, başlarına gelecekler için kaygılanıyor, acı çekiyor, kendimi suçluyorum
Penceremin üstünde yuva yapmış bir çift tepeli çayırkuşunun bir yavrusu oldu geçen gün öbür üçü öldü galiba. Minik kuş daha şimdiden canavar gibi koşuyor. Tepeli cayırkuşlarının, serçeler gibi, iki ayakları üstünde sıçrayarak, kısa ve seri adımlarla koşarken ne şeker olduklarını fark etmişsinizdir belki. Yavru uçmaya bile başladı, ama henüz kendi başına yeterince böcek ve kurt bulamıyor, hele böyle soğuk havalarda. Onun için de, her akşam avluya, penceremin altına gelip acı ve tiz bir sesle yakınmaya başlıyor. Az sonra ana-baba çıkageliyor, “uit-uit”e benzer, kayıtlı bir sesle ona karşılık veriyorlar. Sonra, deli gibi dört bir yana koşuyor, akşamın alacakaranlık ve soğuğunda, umutsuzca yiyecek arıyorlar. Bir şey bulur bulmaz açlıktan cıyak cıyak bağıran yavrunun yanına gelip ağzına tıkıyorlar. Ve bu sahne, her akşam, sekiz buçuğa doğru tekrarlanıyor. Penceremin altından gelen o tiz ve acı sesleri duyup da ana-babanın kaygısını görünce yüreciğim duracak gibi oluyor. Üstelik yardım da edemiyorum, çünkü tepeli cayırkuşları son derece korkak, kuçu gibi ardımdan ayrılmayan güvercinlerle serçelerin tersine, ekmek atar atmaz kaçıp gidiyorlar.
Bu yaptığımın gülünç olduğunu söylemem, yeryüzündeki bütün tepeli çayırkuşlarından sorumlu olmadığımı, her gün ağır mı ağır arabaları çekerek bizim avluya gelen ve kıyasıya dövülen mandalar gibi pataklanan mandalar için gözyaşı dökmenin gereksiz olduğunu düşünmem bir işe yaramıyor. Böyle şeyler görünce, sözün en gerçek anlamıyla hastalanıyorum. Bütün gün penceremin yakınlarında oynayıp bıktırasıya öten sığırcık birkaç gün sustu mu tamam, rahatım kaçıyor, başına bir şey gelmiş olması korkusuyla, o boş gevezeliğine başlayana dek içim içimi yiyor. Sizin anlayacağınız, hücremden, görünmeyen bağlarla büyüklü küçüklü binlerce varlığa bağlıyım, başlarına gelecekler için kaygılanıyor, acı çekiyor, kendimi suçluyorum…
*Rosa Luxemburg, Mektuplar, çeviren Bertan Onaran, Yankı Yayınları, 1970