ASKIDA YAŞAMAK | Caner BİNGÖL
meraktan da cayamadım!
İyi de “günlerinin nasıl geçtiğinin nasıl yaşadığınla bir ilgisi olmalı” dedi sonra kendi kendine.
Vaktini daima yanında taşıdı ve onu hiç kaybetmedi fakat içine ne doldurduğunun farkında olamayacak kadar fazla şeyle doldurduğunun da farkındaydı. Yavan ve yavaş geçen vakitlerin içinde her şey vardı ama hiç bir şey yoktu, herkes buradaydı ama bir tek o vardı.
Tüm bu dağınıklığın, çokluğun farkında olsa da yine kendini aynı kanepede oturuyor veya uzanıyor olarak buluyordu.
Ağlamıyordu, soğan da doğramıyordu. Gözüne toz da kaçmamıştı ama içine yabancı varoluşçunun birinin uğrayıp kaçtığı doğruydu. Bilgisayarının masaüstü gibiydi kafası; oraya buraya dağılan ve birbirinin içine geçen onlarca dosya ve klasörlerden ibaretti. Üstelik bu durum henüz o bir plazada her gün sekiz saat çalışan bir yeni dünya proleteri değilken böyleydi. Ona dayatılan değil onun seçtiği bir meşguliyeti vardı ve bu meşguliyeti hissetmek ve ne olduğunu anlamak istiyordu hepsi bu.
Gecede asılı kalan bir zaman mefhumu gerçekliği vardı.
Akrep ve yelkovana sorsan durumun tarifi basitti:
4’ü 22 geçiyor işte.
Bu saate kadar ne yaptığını anlamamak ile bu saatten sonra ne yapacağını bilememek arasında bir yerlerdeydi. Böyle zamanlarda ‘bi çay koyayım bari’ derdi. İçeceği çayı tek başına demleyebilirdi ama o da bilirdi ki demlenmiş bir çayı bir kişi -guiness rekorlar kitabına girmek gibi bir emeli yoksa şayet- tek başına asla bitiremezdi. Futbol tabiriyle böyle top çevirerek vakit geçirmek ancak galip takımın hanesine avantaj olarak yazılabilirdi. Bilirdi işte, ertesi güne kalırdı demlikte bayat çayın acısı.
Hiç değilse bile bu haliyle uyuma eyleminin doldurduğu hatrı sayılır bir boşluk var deyip uyku kaçıran değil uyku veren rahatlatıcı bir çay içeyim diye düşündü bu gece de. Sanki bütün sorun hangi çayı içeceğiyle alakalıydı ve bu sorunu çözünce zaman asılı durduğu yerden iniverecekti.
Ballı zencefilli çayda karar kıldı ve geceye daldırdığı yanıp sönen imleçleri gibi poşet çayını da bardağa salladı. Her ne kadar kendisiyle hasta olduğu zamanlarda faydacı bir ilişki kursa da ona karşı boş değildi ve bu kez ciddi düşünüyorlardı.
Bu ilişkinin selameti için kafasında beliren soruların cevaplarını bulması gerekiyordu;
Bal nasıl poşete sığdırılmıştı? Akışkan kıvamı nasıl bu hale getirilmişti? Çay tatlı olması beklenirken nasıl olur da bu kadar tatsız kalabilirdi? aklında deli sorular vardı ve bunları düşünüyordu bu saatte derinlemesine.
Bu yoğunlaşmadan sonra “e canım demek ki aroma atmış namussuzlar“a bağladığına göre her şey yolundaydı.
Ne çabuk karışmıştı damarlarına öyle, ne çabuk da kapatıyordu kepenklerini gözleri.
Bugünlük mesai bu kadardı, öyle diyordu biyolojik saatinin alarmı.
Uzanıp kendi yanaklarından öptü ve fısıldadı;
İyi geceler benim sıcak ve konforlu huzursuzluğum
İyi geceler bir otobüsün egzoz dumanıyla ısınmaya çalışan mülteci çocuk.
Bilhassa size iyi geceler akrep ve yelkovan.
Ben uyandığımda siz yine de asılı olduğunuz yerden inmiş olun emi…